Antakya’da bulunan, adı Gazipaşa İlkokulu olan okulumuz Fransızlar zamanında yapılmıştı. Üç yanından dersliklerle çevrelenen geniş bir iç avlusu ve bir tiyatro salonu vardı. Dördüncü yanda dükkanlar ve cadde vardı. Daha sonra iç avluyu kullanmak için bu değerli yapıyı yıkıp yerine aynı isimli berbat bir iş hanı yaptılar. Bu iç avluda teneffüslerde oynardık. Avlu bazen başka işlere de yarardı. Müsamereler, yarışmalar olurdu. Bir keresinde bayrak yarışı düzenlenmişti. Bayrak, masa üstlerine konan üçgen biçimde bir bayraktı. Bize masaya konan demir sapı ve kaidesiyle birlikte verilmişti. Benim sıram geldiğinde pek iyi koşamadım. Çünkü bayrağın koşarken rüzgârda dalgalanması hoşuma gitmiş, yavaşlayıp bayrağı izlemiştim.
Hemen hiçbir okulda olmayan tiyatro salonunda ise yine hemen hiçbir ilkokul öğrencisine nasip olmayan gösteriler, filmler, oyunlar izlerdik. Biz de tiyatro oynardık. Birinci sınıftayken, yani okula daha yeni başlamışken bir oyunda küçük bir rol vermek istediler bana. Yalnızca bir kez ‘hiiç’ diyecektim. Utanıp diyemediğim için beni oynatmadılar ama sınıfım büyüdükten sonra baş rolleri hep bana verdiler. Tecrübeliydim artık çünkü. Bir oyun için oyuncu seçiminde öğretmenimin başka bir öğretmene “Aaa, bizim bir de Sinan’ımız vaar…” deyişini hatırlıyorum. İki de oyun hatırlıyorum. Cırcırböceği İle Karınca (Cırcırböceği bendim, haylazlık yapan bir çocuktum) ve Vatan Yahut Silistire. İkisi de didaktik oyundu.
Cırcırböceği çaldı saz
Bütün yaz
Derken kışta geldi çattı
Seninkinde şafak attı
Baktı ki yok hiç yiyecek
Ne bir sinek ne bir böcek
Kalktı karıncaya gitti
Yandı yakıldı ah etti
Karıncanın yanıtı:
Maden yazı sazla geçirdiniz
Şimdi de oynayın biraz
Çok insafsızmış karınca ama anlamını pek fazla düşündüğümü sanmıyorum. Oyunun birinde kötü adamı oynatmak istediler oynamadım, kapris yaptım. Başka bir oyunda yere oturup bir şeyler toplamam gerekiyordu. Arkada oturan seyirci çocuklar beni görmek için ayağa kalktılar. Dikkatim dağıldı, oyunu bırakıp “ne oluyor?” gibisinden onlara bakmaya başladım. İşte benim oyunculuğum bu kadardı.
İlkokul iki veya üçüncü sınıftaydım. Okumayı öğrenmiştim. İlk heveslerimden biri, her çocuk gibi resimli kovboy kitapları okumaktı. Bilincim vardı, yani kendimin farkındaydım ama o yaşta pek derinlemesine düşündüğümü söyleyemem. Üstelik kötü bir çocuktum fakat bu belli olmuyordu. Annem babam boşanmış olsa da şımarıktım, kaprisliydim, merhametsizdim. Bunlar daha eski alışkanlıklarımdı. Acınacak durumumun farkında değildim. Bunu şimdi söylüyorum. Kendimi şimdi kötü bir çocuk olarak değerlendiriyorum. Tembeldim de ama kafam çalışırdı. O yüzden okul öğretmenleri beni zamanla tanıdılar.
Bir gün okulumuzun bahçesine bir nedenle sandalyeler atılmış, tanıdık tanımadık öğretmenler ve onların yakınları toplanmıştı. Beni ortalarına alıp sorular sormaya başladılar. Aklımın erdiği kadar yanıtlar veriyordum. Neler diyordum bilmiyorum ama yabancı bir öğretmen çok hoşlanmış olacak, ayağını kaldıra kaldıra şaşkınlık sesleri çıkararak gülüyordu. Bu aklımda kalmış, çünkü ayağını kaldırdıkça bir yerime gelecek diye korkuyordum.
Ne sordularsa bilmiyorum, laf lafı açtı, bir konuk genç kız bana Tommiks Teksas okumayı sevip sevmediğimi sordu. “Seviyorum” dedim. O da “Bende onlardan çok var, istersen gelip okuyabilirsin” dedi. “Peki” dedim, sevindim. Evi okulun biraz ilerisindeydi. Bir gün annemden izin alıp gittim. Yabancı bir eve gitmek için izin almak gerekiyordu. Annemin sözünden hiç çıkmazdım. Döverdi çünkü. Neyse o ayrı konu.
Abla gülerek kapıyı açtı. Ev, Saray caddesi üzerinde yine Fransızlardan kalma, yüksek kapılı, taş ve betondan yapılmış iki katlı, bitişik düzen bir evdi. Yerler duvardan duvara kırmızı halıyla kaplanmıştı. Hatta merdivenler bile. İlk kez yabancı bir yere tek başıma gidiyordum. Benden 10-15 yaş büyük olan bu abla beni bir büyük gibi ağırlıyordu. Öğretmen değildi. Kısa kızıl saçları makyajsız duru bir yüzü vardı. Üst kata çıktık. Burası aşağıyı gören, kapısı olmayan, raflar ve kitaplarla dolu bir yerdi. Tam oda denemezdi. Abla resimli kitapları gösterdi. İçlerinden birini seçip okumaya başladım. Kitap güzeldi ama ben çevremle ve beni çağıran abla ile daha çok ilgili idim. Ne çare ki oraya resimli kitap okumaya gelmiş 8-9 yaşında bir çocuktum. Kitabı okudum, bitirdim, çayımı içtim, bisküvileri yedim ve vedalaşıp gittim. Bu bir kez oldu yalnız. Bir daha gitmedim. Çünkü orası çok hoşuma gitmişti. Çok heyecanlanmıştım. Bir daha gidersem sanki bir büyü bozulacaktı. Böyle bir huyum var benim. Hâlâ sürer.
Kitap önemli değildi. Kafam başka yerlerdeydi. Beni neden çağırdı?.. Bu abla kimdi?.. Ne kadar güzel bir ev… Ne kadar çok kitap… Bu hava yaşadığım yerlerden ne kadar farklı… Ablanın yüzü gülmüyor ama kızmıyor da. Tabi ya, ben olmasam işine bakacaktı. Şimdi benimle oturuyor.
Başka bir şey vardı, o güne kadar varlığından haberdar olmadığım, bilmediğim ve tam olarak da anlayamadığım... Ne olduğunu bilmesem de artık varlığını seziyordum. Dünyanın gerçekleriyle yüzleşmek, travmalar geçirmek için biraz daha zaman vardı. Daha ortaokula, liseye başlamam gerekiyordu.
Ben o gün ilk kez, o kırmızılı evde, gerçek anlamda düşünmeye başladım.
10.Mart.2008