Diyelim, mutsuz çocukluğun oldu, oradan oraya savruldun. Şehir, okul değişir, sıra arkadaşın değişir, öğretmenin Evin bir odasına yığılmış kutularda en sevdiğin oyuncağını arar bulur veya bulamazsın. Sınıfta uzun sürer yeni gelen olman. Okul dönüşü hiç bilmediğin sokaklardan geçip yalnızlığınla konuşursun. Yanından geçtiğin bahçelerde çocuk sesleri duyup çitin aralığından bakarsın. Akşamları kapı eşiğinde oturup mutsuzluğuna dalarsın. Unutulur zamanla. Kimi suçlayacaksın?
Diyelim, neşeli, sıcacık yuvada büyüdün. Biraz şımartıldın, çokça yaramazlık ettin, mutluydun. Okulun, mahallen, şehir senin.
Oyun oynadığın, okulu kırıp sahile gittiğin arkadaşların çoktur.
Tek başınalığın ile evden ayrıldığında tanışırsın. Anlam veremediğin bir boşluğu yüzeysel arkadaşlıklar ile doldurursun. İlk hayal kırıklığında bocalar, sebepsiz yere kırıp, kırılırsın. Nadir de olsa pişmanlık duyarsın. Unutulmayan olur, çocukluğun. Kimi suçlayacaksın?
Seni üzen ilişkin, yolunda gitmeyen işin için kimi suçlayacaksın?
Doğduğun gün, uyandığın an için kimi suçlayacaksın?..
Hayat. Gösterimden inmeyen, sonu gelmeyen oyunun içindeyiz.
Ağlayan, gülen, iyi, kötü, güzel ve çirkin olanız. Hepsi bir arada, her birimizde, hepimizde.
Kimi suçlayalım? Cinsiyetimizi, ırkımızı, inancımızı, kaderi mi? Düzeni mi?
Ailemizi, soyumuzu, yoksul veya varlıklı olmamızı mı?
Yoksa sadece nefes mi alalım? Düşünmeden, anlamadan, hüzünlenmeden, sevinç duymadan, mutluluğu, mutsuzluğu, kederi tatmadan, duygusuz. Sahne bizim, hayat biz değiliz.
eylül