Bazı sokakları eviçi gibi olan bir mahallede büyüdüm. Bazı daracık sokaklarda kadınlar kapı önlerine koydukları taburelere oturur, evlerinin içinde gibi komşularıyla karşılıklı konuşurlardı. Pezik turşusu için kaynatılan pancar saplarının içinde bulunduğu kazan sokağın ortasında yakılmış bir ateşin üstünde kaynıyor olabilirdi.
Mahallenin içkicisi, ayyaşı, kavgacısı, delisi bilinirdi. Onlar da herkesin kendilerini tanıdıkları bir mahallede, mahallenin baskısıyla kendilerini kontrol altında tutarlardı.
Kimin ne yapabileceği, ne yapamayacağı, kimin hırlı kimin hırsız olduğu belliydi. Şimdi büyükşehirlerde kimse kimseyi tanımaz hale gelmişken niye site tarzı yerleşimlere rağbet giderek artıyor.
Hepimiz, bildiğimiz, tanıdığımız, başımıza ne gelebileceğini ya da gelemeyeceğini tahmin ettiğimiz mahallelerde yaşamak istiyoruz.
Mahalle baskısı dediğimiz şey var ya, onu kuran biziz zaten.
Zengin insanlar niye ederinin çok üstünde fiyatlar ödeyerek hizmet aldıkları yerlere giderler? Çünkü ancak o fiyatları ödeyebilecek kendilerine benzer finansal güçte insanlarla bir arada olmak isterler. Bir 'mahalle' oluştururlar kendilerine ve o mahallede bir baskı vardır.
Neden Anayasa Mahkemesi emeklileri birbirleriyle komşu oluyorlar?
Mahalle, aileden sonra insanın en yakın çevrelerinden biridir. Ailemizde ve mahallemizde bizim gibi insanlarla beraber olmak, öngörülmüş ve çoğunlukla ifade edilmeyen kurallara göre yaşamak isteriz.
İnsanlarımızı eğitemezsek, maddi manevi olgunluğa eriştiremezsek, dar kafalılığa mahkum olurlarsa, o mahallelerin baskısından yılmak çok doğal. Ama mahalle baskısını tu kaka görmek de bir o kadar yanlış. Eğitilmiş bir toplumda medeniyetin sigortalarından birisi, mahalle baskısıdır.