“Beni de böyle sever misin?” dediğin de kafamdaki ağırlığın havludan olduğunu anladım. Severdim onu da.nasıl severdim hem de. “Bizim fotoğrafımızı da çerçeveletip masana koyar mısın?”dedi. koyarım dedim. İlk sorunun sorulma sebebiydi ikinci soru. Aklımın parametreleri yoktu. Aklımda binlerce fotoğrafı vardı. Ama elle tutulur gözle görülür bir sevgi istiyor olmalıydı. Çerçeveletip göz önünde tutulmalıydı ki unutulmamalıydı. -Hayır öyle değildi. Fazla abartmıştım kendime ayırdığım vakti. Onun hala kırılacak bir yerleri olduğunu unutmakla kalmamıştım. Kırmıştım. İnsanın kırılacak bir yeri kalmadığında bunu çok sık tekrarlıyor. Ellerini bir ceseti masanın üzerinde gerisin geriye sürükler gibi benden çekmemişti belki… ama yüreğini dosdoğru şüpheye itmişti. Farkında değildi. Aklım yavaşça yere inen paraşüt gibi büzüldü. Ellerini birinden çekerek giden döneceğim deyip dönmeyen insanlar gibi parmaklarımı avuç içlerimde topladım. Hayır, o gitmeyecekti. Bunu biliyordum. Ama ben kalmak konusunda kararsızdım. Aklım aşağılık bir kaltaktı. Aklım ona bunu yapamazdı.
Aklım, beni seven dostlarımın eseriydi. Üzülmeyeyim diye beni terk eden adamların. Acısı benzeyenlerin. Aklım new yorktan güzel, Eyfel kulesinden gösterişli, Rumeli hisarındaki zindanların demirleri kadar paslıydı. Hasankeyf gibiydi aklım. Her giren üzerinde proje geliştiriyordu. Başka bir aklım yoktu ki... İkinci bir aklımın olmadığını unutuyorlardı. Kafasız bir kadın olmak isteyişim bundandı.
- Onların hayatları bizden daha güzel lan dedim.
- Ben de bazen kafasız bir kadın olmak istiyorum. İnce topuklularımın üstünde tıngırı mıngırı yürürken bileğimde asılı boş çantamdan küçük adamlar çıkartmak istiyorum. Dalga geçiyoruz ama cidden güzel c’leri t olarak okuyup bütün alfabeyi s.kiyorlar yuvarlayarak konuşuyorlar ama mutlular bizim onlardan neyimiz eksik. Dedi.
O an Işılay’ı öpmek istedim. Mesafeler mesafeler mesafeler… ama ikimizde de fonda pamela seviyorum sensiz çalıyordu. Bu yeterliydi. Kaybedenler kulübünün radyo kayıtlarını dinledim Mert'in tavsiyesiyle. zevkliydi şiddetle önerebilirim. Kaybedenler Kulübü Mutlaka izlenmesi gereken bir filmdi. Bir kahve daha yaptım.
Mert’in hiponeri hastası olduğunu öğrendim. O an aklımdaki en kötü hastalıkların hepsi bir adım geriye çekildi ve hiponeri ilk sırayı aldı. İnsan rüya görmeden nasıl yaşardı. Üzüldüm.
Çok alakasız ama insanın aklıyla eski anıları anımsayıp zihninde canlandırabileceği gibi ağzıyla eski tatları anımsaya biliyor. Mutlaka deneyin. Ve insan ne tuhaftır ki anmak istemediği kişiyi her hangi saçma bir sebepten anıyordu. Hatta bu bazen iyi bir anının akla gelmesiyle oluyordu. İnsan neşterle birdi. Zaman geçse de izi kalıyordu, tadı kalıyordu, sızlıyordu insan yerlermiz. Şimdi ne gerek vardı bu kalabalığa dağılın ulan dedim aklımdakilere. Dağıldılar.
Bir yıldızın düşüşüne şahit oldum geçen gece. Bu aynı düşeceğini hissettiğin bir çocuğu koşup kolundan tutmak gibi bir şeydi. Kayacağını hissedip gözlerini o yıldıza dikiyordun. Ama tutamıyordun. Ve nereye gidersen git ay seni takip ediyordu. Bir sürü iyi şey diledim. Kendimi unutmuşum. Şimdi yazarken fark ettim. İyi şeylere ihtiyacım yok muydu? Vardı. İnanmadığımdan böyle olmuş olabilirdi. Saymadım ama yağmur sonraları gök kuşağının bitimi de düştü ayak ucuma birkaç defa. Ne cin ne altın vardı ayaklarımın yere bastığı yerde. Ben vardım. Ayrılmadım oradan. Belki bir şapşal gelir beni bulur. Alır diye düşündüm. Kimse gelmedi. Gelmeyi bırak geçmedi. O an birini görsem “hey buraya bak ben gök kuşağının bitiminde duruyorum. Ne altın ne cin var. Ben varım. Ve bu senin şansın olabilir.“ Diyebilirdim. Hiç nasip olmadı. Belki de durduğum yer gökkuşağının başlangıcıydı…
Not: Bir insana sahip olamazsınız, aitte. Bunlar çirkin şeyler. Ama sahipmiş gibi yaşıyoruz. Aitmişiz gibi tapıyoruz. Yapmayalım öyle.
29.04.11 – Çiğdem Taş