Çıkmaz

Hayata kafa tutmanın, tabulara karşı direnişin vakti gelmedi mi henüz?

yazı resim

Hayata dair bir takım basmakalıp öngörülere yenik düşüyoruz çoğu zaman. İsyanlarımız içimize tıkılıp kalıyor. Bastıra bastıra sıkıştırdığımız, artık kokuşmuş isyanlarımız. Dışa vurmaya gücümüz ve cesaretimiz yok. Düzenin bize öğrettiği bu. Ya da dayattığı diyelim.

Bir şekilde aradakalmışlıktan öte, insan olmanın ve varolduğunu kanıtlamanın serseri bilinci içinde yaşıyoruz bu hisleri. İçimizdeki uçurumvari kayalıklarda depremlerin, sellerin, yıkımların ve onlarcası felaketlerin yankılarıyla süregelen olaylarla oluşturuyoruz bu modern dediğimiz dünyayı. Kan gibi fışkırır içimizden bizi benliğimize tanıklık etmeye zorlayan ütopyalar. Üzgüye dönüşür, saplanır bedenimize ok gibi. Oklar uç verir ve kanatır mutluluğumuzu. Acı çekemeye eş değer o hissiyatı yaşatır bize.

İşte böyledir sevdiklerimize söyleyememek sevdiğimizi. İster saf bir “anneye sevgi” olsun içimizde büyüttüğümüz ister “çılgınca bir aşk” bir güzele; söyleyemeyiz... İki kelimeden oluşan o basit cümle prangalanır dilimizin ardına çıkmaz/çıkamaz/çıkarılamaz... Belki hissettirebiliriz bazı hareketlerimizle gayri ihtiyarı fakat kulak işitmek ister gönlün tatmin olması için. Büyür o aşk/sevgi içimizde. Hem varlığı hem de varlığının saklanması/yasaklanması deler ciğerimizi, kanatır.. Dolaşır içimizde, beslenir cismimizle, can bulur ruhumuzla ve kötü huylu bir tümör edasıyla salınır kimseye hesap vermeden. Yine de boyun eğeriz onun hükümdarlığına. Söyleyemeyiz o iki kelimeli efsunlu parolayı...

Neden mi? Sebebi çok çeşitli ve kişiye özgü. Belki karşılık görememekten korkarız, belki söyleyememekten usulünce. Belki ne yapacağını bilememekten... Belki belki belki... Ama en acısı da bir dayatmaya karşı kıramamak prangaları. Düzenin dayatmalarına karşı haykıramamak isyanını. “Aman ne derler?”, “Düzene uygun değil mi yoksa?” soruları gelir peşi sıra... Seversin söyleyemezsin, kızarsın sövemezsin, düşünür ifade edemezsin. Bir hissi, bir duyuşu, bir fikri saklamak/yasaklamak iştahla kemirir mutluluğumuzu. “Düzen bu”, “rajon böyle” safsataları dikilir karşımıza. Eğer izin verirsen prangalanmış isyanına; dışlanırsın, hakir görülür horlanırsın, damgalanır itelenirsin. Dilinin arkasındaki prangalara ihtiyaç kalmaz, çünkü dilin de kalmaz artık yok olursun!

Yok olmayı göze alacak kadar değerliyse bu sözler senin için, uçurtmanın ipini bırakmanın vakti gelmişse eğer, özgürlüğe engel olan bahanelere başkaldırının da zamanıdır. Tabulara hükmetmeyi öğrenmelisin artık. Paradokslar labirentinde kaybolmamanın yolu buradan geçiyor. Tabi nihayetinde kanamayan mutluluklar da var, önyargıların saldırısı da. Her sonuca fitsen eğer, git ve kendini bul. Ama bir saniye olsun duraksadıysan bu kararı verirken, en ufak bir tereddütün varsa eğer, ehemmiyetsiz demektir senin için o şey. Katlanabilmek ya da katlanabilmeye meydan okumak. Seçim senin.

Başa Dön