Nasıl sevdiysem seni bu şehri yakıştırıp yüzüne,
nasıl isminin her hecesine bölüp ömrümü,
paramparça aynalarda
yeniden birleştirdiysem yap-boz gibi bu sevdayı
kanayan ellerimle…
Sen bilmeyeceksin… öyle yıkayacağım hatıranı gözyaşlarıyla…
Tutuk bir şiire nasıl yüklediysem seni sevmenin acı tadını…
nasıl çekip aldıysam kristalleşen bir tutkuyu hasretin darağacından…
Sen bilmeyeceksin… öyle sileceğim adını kazıyıp çakmak taşlarıyla…
Göl kenarı, yol kenarı, zûl kenarı türkülerde seslendirdiysem adını,
hiç bir zaman,
BİR SEVDANIN TAM ORTASINDA
duramayacağını öğrendiğim içindir…
SEN;
Ne açabilirsin kanatlarını bilinmedik rüzgârlara,
ne de bir denizin davetkâr dalgalarına atabilirsin kendini…
Ne düşebilirsin şafakta adresi olmayan dağ yollarına,
ne de bir maceranın gizemli albenisine salabilirsin yüreğini…
Zordur bir aşkın mağlubu olmak yine de güzeldir bir tutkunun ardısıra yorabilmek bir yüreği…
Zordur belki bir yarayı iyileştirmek, sürgünlere yatırıp kanayan yerlerimizi… yine de yaralanmayı göze alabilenler değil mi yoldaşımız…
Yeniden “bir tutkunun pırıltısında” dansederken sözcüklerimiz,
hesaplara gelmez belâlı aşklar arenasına
gönüllü yazılmaz mıyız büyük harflerle pervasız…
Bir iz bırakmalı hayatın çetin göğsünde…
Değil mi ki; kendi kuytularında seslerinin yankılarıyla ürperenlerle değil, yüreğini çırılçıplak haykırabilenlerle ölmeyi göze alacağız…
“bitmedi daha sürüyor o kavga
ve sürecek
yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek!”