Ne bir rüyadır gözkapaklarımızın üstüne aşk sözcükleriyle gelip oturmuş renkli fotograflar,
Ne de gerçektir bütün çıplaklığıyla etimize dayanmış keskin bıçaklar…
Acıtmasın diye aşklardan kaçırdığımız yüreğimizde değil mi karanlık bir gölge gibi saplanmış durur dudağımıza kadar gelemeyen sözcükler…
Kanamasın diye koruganlara alınmış yüreğimiz değil mi hiç umulmadık bir anda “ipi kopmuş boncuklar” gibi saçılıveren baharın yalancı yüzüne…
Bilmek mi rahatlatıyor içimizi “o da benimle aynı derecede acı çekiyor”ların sözcüklere dönüşemeyen tuhaf ve aşağılık suskunluğunda…
İçimize gömdüğümüz hançerlerimizi çıkaralım hadi, hadi saplayalım tomurcuğa durmuş leylak dallarına… Kanatmaktan korkarak değil mi hep kendimize saplayıp durduk ve kendi kızıllığımızda boğmaktan çekinmedik aşkımızı.
Oysa bilir miydik her yarada ölen yüreğimizdi, her darbede tökezleyip düşen umutlarımızdı… Tutunduğumuz kaç dal daha elimizde kalacak da hâlâ “aşkla düşle” yollara düşmeye gücümüz olacak ?
Bir ömrün kaç sevdası olurki, kaç sevda sığarki en derininden, en beterinden, en zaliminden… yüreğimizi allak bullak edecek, savuracak, delirtecek, üşütecek, yakacak kaç sevdası olurki bir ömrün. Neyin kıymetini bilemedik biz?
Bilir miydik, serüvenlerden bir daha asla onmaz yaralarla dönecektik evlerimize. Hangi gözüpek yiğitler yeniden girerdi mağlubu baştan belli yürek savaşlarına. Uzun sancılı günlerden sonra yakılan barış çubukları, verilen onca bedelden sonra hangi iç huzuruyla tüttürülebilirdi…
Yitik aşklar ülkesine dönen sinemizde, eskicilerin mandal bile vermeyeceği anılarımızı hâlâ pırlanta titizliğinde saklamamız, ömrümüzün diyeti mi?
Hani düşsek de “dizlerimize basıp avuçlarımızı / doğrulacaktık yeniden”.
Aşkın cesaret madalyası, ahmaklık derecesinde pervasızlığı kendine izlek edinmiş hangi yaralı göğüse takılacak ?