“En çok canı yananlar bir can taşıdığını sananlardır” demişti adını şimdilerde anımsamadığım. Öyle ya, dünyada var olan her şey ışığın bir yansımasıydı. Dolayısıyla yalan söylüyordu Dünya! Zaman akmıyor, şehirler değişmiyor, teknoloji gelişmiyor, insanlar büyümüyordu! Acı da, hüzün de kalbimin bir uydurmasıydı öyleyse. Var olduğunu sandığım her şey Tanrı’nın üşengeçliğinden yaratmaya tenezzül etmediği “Gerçek Dünya”nın sözde yansımasıydı.
Çiğ süt emenler familyasının gösterişli yaratıklarıydık hepimiz. Adı üstünde “insan”dık! İç güdülerimiz medeniyet hastası, ruhlarımız çöl bedevisi; Eren olmakla iblis olmak arasında kayıtsız kalmayı, bir seçim yapmış olmanın sorumluluğuna yeğledik hep. Korkmak gibi büyük bir cesarete sahip olduk zamanla. Gitmek de, kalmak da, seçmek de, sevmek de hür irademizdi. Kim diyordu bize “Dünya dönüyor!” diye? Şayet dönüyorsa bile bilmeliydi ki bu, biz ona “Dur!” demediğimiz içindi.
En büyük ayıbımız buydu belki;
Tüm övündüklerimizi utanmamız gerekenlere borçluyduk!
Şimdi düşünüyorum da, acının varlığını inkar etmek mutluluğun pimini de aynı hızla çekmek olmalı. Öyle ya, mutluluğun tadını yüreğime ulaştıran, bir zamanların yanıklarını saklıyor olmamdı. Acı ve mutluluğun iblis gibi bir uyanık tarafından bizi uyutmak adına ortaya atılan bir kısır döngü olduğunu var sayarsak, öyleyse bizi mutlu edenler de yalandı! Kendi mutluluklarımızdı bunca yıl başkalarını da taşımak zorunda kalarak yaşadıklarımız. Mutluluk; hür irademizi o amansız çığlıktan bir an olsun kurtarmak adına, elimizin altında her an tüketime hazır resimlere hapsettiğimiz o en vahşi yanımızdı. Mutluluk; içine başkalarını katmaktan asla yorulmadığımız en büyük kazık, kendi zaafımız, kendi aczimiz, kendi yarımızdı!
Ve bu gece…
Kimseye ait olamayacak kadar büyük bir mutsuzluğun esaretinde, tüm bu resimlerin, başkalarına ithaf bestelerin, gelişigüzel sevgi sözcüklerinin içinde kendime ait bir hayat bulamıyorum. Biraz daha yaşarsam ölebilirim!
Ölüme hiç bu kadar yakın durmuş muydum daha önce? Bir koridor, bir mutfak, çekmedeki bir bıçak, kol ve geniz arasındaki o kısacık zaman kadar yakın olduğunu fark etmiş miydim? Dahası ona böyle deli hazır olduğum hissini bana bağışlayan Yaradan’ın kurtarılacaklar listesine bugün de girememiş olduğum gerçeğiyle beni bu hale getiren şu tuhaf müziğin sesini biraz daha açarak intiharıma ecel süsü vermeyi denemiş miydim?
Aynaya baktığımda, şu an şu dakika beni korkutanların daha önce benimle uğraşamayacak kadar meşgul olan asıl korkularım olduğu gerçeğiyle yüzleşirken, bir yerlerde hala bana ait kalabilen yanlarımı koruyabileceğimden eskisi kadar emin değilim. Çünkü ne ölecek kadar hünerli ellerim var, ne korkacak kadar cesaretim!