Zafer Toprak Söyleşisi - Tarih

Doğru bir tarih algısı için önce yaşadığınız toplumu anlamanız gerekiyor

yazı resimYZ

Doğru bir tarih algısı için önce yaşadığınız
toplumu anlamanız gerekiyor
Boğaziçi Üniversitesi Haberler - Boğaziçi'nden Haberler 5 Şubat 2018
Söyleşi: Özgür Duygu Durgun / Kurumsal İletişim Ofisi
Boğaziçine önemli izler bırakan hocalarımızdan Prof. Dr. Zafer Toprak ile yeni
kitabı Türkiyede Yeni Hayat: İnkılap ve Travma sayesinde kampüste tekrar
buluştuk ve ravmaların gölgesinde geçen yaşamından ve akademik
kariyerinden önemli dönemeçleri dinledik...
1914-1945 dönemi yüzyıllardır dünyanın kaderini belirlemiş bir kıtanın
kendini tükettiği bir dönemdi. İmparatorlukların çözüldüğü bu coğrafyada
kendi iradesiyle yönünü çizen tek bölge ülkesi Türkiye oldu. Cihan Harbi'ni
yitirmesine karşın Sevri tanımamış, direnmiş ve Milli Mücadele'yle yeni bir
devlet kurmuştu. Ancak bağımlı ya da sömürge birçok ülkeye örnek olacak
Türkiye, bağımsızlığı için yüksek bir bedel ödemişti. Ülke on yılı aşkın
savaşlar sonucu beşeri sermayesini büyük ölçüde yitirmiş, Milli Mücadele
2
sonunda bugünkü sınırlar dahilinde nüfusu 20 milyondan 12 milyona
düşmüştü. Yeni ulus devlet yoksul bir ülke olarak yola çıkıyordu. Sağlık
koşulları son derece kötüydü. Anadolu insanının yaşam umudu 30 yaşın
altına düşmüştü. Çocuk ölümleri kimi hekimleri göre yüzde 90a ulaşıyordu.
Geçim derdi nedeniyle çocuk düşürme kadınlar arasında neredeyse bir
alışkanlık halini almıştı. Yoksulluk her geçen gün fuhuşu özendiriyordu.
İntihar oranları her geçen gün artıyordu. Cumhuriyet Türkiyesi işte bu
koşullar altında doğuyordu Tüm dünyada bu tür köklü dönüşümler yer
alırken Türkiye insanı bunalımı çok daha derinden hissetmişti. Bir kez koca
bir imparatorluk çökmüş, Osmanlı insanının sadakatle bağlı olduğu saltanat
ve hilafet son bulmuştu. Cumhuriyetin reform kaygıları, seküler bir yaşam
özlemi, Doğu kültür normlarını terk edip Batı medeniyetine geçiş süreci
savaştan çıkan diğer ülkelere oranla Türkiyede derinden yaşanan
uyumsuzluklara neden olacaktı. Türkiye inkılapları ve toplumsal travmayı
birlikte yaşayacaktı
Uzun yıllar Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Enstitüsünün müdürlüğünü yapmış olan Emeritüs
Prof. Dr. Zafer Toprakın genç Türkiyenin sancılı kuruluş yıllarını ve bu süreçte yeni
toplumsal düzeni oluşturan düzenlemelerle eş zamanlı olarak yaşanan sosyal travmaları konu
alan son kitabı Türkiyede Yeni Hayat: İnkılap ve Travma (Doğan Kitap, 2017) Türkiye
toplumuna ve yaşadığı değişim sürecine ayna tutuyor.
Çağdaş yaşam özleminin toplumsal travmaya dönüşümünün öyküsü olarak nitelenen
bu kapsamlı eser, kadınların, gençlerin, çocukların Cumhuriyetin kuruluş yılları ve erken
döneminde karşılaştığı sorunları ele alırken uzun savaş yıllarının neden olduğu buhran ve
bunalımları, yoksullukla birlikte yükselen fuhuşu, intiharlarla sonuçlanan umutsuzluğu
mercek altına alarak bir dönemin Türkiye toplumunun fotoğrafını çekiyor. Bugünü anlamak
adına son derece anlamlı olan bu eser, özelikle Prof. Dr. Zafer Toprakın daha önce
yayınlamış olan Darwinden Dersime: Cumhuriyet ve Antropoloji, Türkiyede Milli
İktisat 1908-1918 ve Türkiyede Popülizm 1908-1923 adlı kitapları ile birlikte
düşünüldüğünde günümüz Türkiyesini anlamak adına da önemli bir işlev üstleniyor.
1946 yılında doğan Zafer Toprak 1969'da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi
Diplomasi ve Dış Münasebetler Bölümü'nü bitirdi. 1971'de Londra Üniversitesi'nde İktisat
Tarihi alanında yüksek lisansını tamamladı. 1980 yılında İstanbul Üniversitesi'nde doktorasını
verdi. Boğaziçi Üniversitesi'nde 1977-2013 yılları arasında tarih profesörü olarak görev yaptı.
Tarih Vakfı'nın kurucu heyetinde yer aldı. Zafer Toprak'ın ''Türkiye'de Milli İktisat 1908-
1918'', ''Türkiye'de Popülizm 1908-1923'', ''Türkiye'de İşçi Sınıfı 1908-1946'', ''İttihat Terakki
ve Cihan Harbi: Savaş Ekonomisi ve Türkiye'de Devletçilik 1914-1918'', ''Türkiye'de Kadın
Özgürlüğü ve Feminizm 1908- 1935'', ''Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji''
başta olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemi ve erken dönem süreçlerini
kapsayan eserleri bulunuyor. Aynı zamanda önde gelen bir kitap koleksiyoneri olan Prof.
Toprak'ın kurum tarihçiliği ve sergi küratörlüğü alanlarında da önemli çalışmaları bulunuyor.
3
1977den itibaren 2013e dek Boğaziçi Üniversitesinde görev yapmış olan Prof. Dr. Zafer
Toprak ile Türkiyede Yeni Hayat kitabı sayesinde kampüste tekrar buluştuk ve
travmaların gölgesinde geçen yaşamından ve akademik kariyerinden önemli dönemeçleri
dinledik.
Hocam, siz 36 yıl Boğaziçinde hocalık, idarecilik yaptınız ancak yaşam öykünüze
baktığımızda aslında Boğaziçi Üniversitesine gelmeniz bazı tesadüfler sonucu
gerçekleşmiş. Aslen Ankara Siyasal Bilgiler geçmişiniz nedeniyle orada hoca olmayı
beklerken beklenmedik biçimde hayatınıza Boğaziçi girmiş Bize biraz bu öyküyü
anlatır mısınız?
Benim aslında Boğaziçine gelmem söz konusu bile değildi. Öncesinde İstanbulda St.
Josephte okumuştum, bir noktada diplomat olmak için Ankara Siyasala girmiştim ve
Siyasalda tarihe olan ilgim başlamıştı. Biz 1968 nesli olarak Türkiyenin tarihi üzerine kafa
yoran, merak eden bir nesil olduk. Siyasalda bizim sınıftan İlber Ortaylı, Mehmet Ali
Kılıçbay gibi tarihçiler yetişti. İngiltereden döndükten sonra asıl niyetim Siyasal Bilgilerde
hoca olmaktı ama uzunca bir süre, 2,5 yıl kadar, Siyasala kadro vermediler. O sırada Gündüz
Ökçün dekanımızdı. Beni çok severdi. Ama bir türlü kadro çıkmıyordu. Artık bekleyecek
halim kalmamıştı. O sırada Boğaziçinden teklif gelmişti. Boğaziçinde imzayı attım. Tam bir
hafta sonra Ankaradan çağırdılar kadro çıktı diye, ama artık çok geçti.
Ancak Boğaziçine gelmiş olmaktan çok memnunum. Burada çok şey öğrendim. Daha önce
St. Joseph in sekiz yıllık eğitimi bende Kıta Avrupa kültürü oluşturmuştu. İngilterede
yüksek lisans yapmama rağmen Anglo Sakson dünyaya açılmam Boğaziçi Üniversitesi
sayesinde oldu. Kolay da olmadı; çünkü o sıralarda Humanities dersi, ki ders BTSde
verilirdi, bütün birinci sınıflar gelirdi. Düşünün, ilk defa ders vereceksiniz hayatınızda ve
karşınızda 400 kişi var. O da yetmiyor, bölümün hocaları da en önde oturuyorlar. Yani bir
nevi sınava girer gibisiniz. Rektörümüz Aptullah Kuran, bölüm hocaları Metin Kunt, Engin
Akarlı, Heath Lowry, Günhan Danışman, Arda Denkel de katılırdı bu derslere. O dönemlerde
tüm üniversiteye servis dersleri veriyorduk. Humanities dışında Avrupa Ekonomik ve
Toplumsal Tarihi gibi bir ders de veriyordum.
O yıllarda epey velut bir yazardım. Çok sayıda makalem yayınlanıyordu. Bu sayede
doçentliğimle doktoram arasında sadece bir yıl olmuştur.
Travmaların içinden geçen bir kuşağa mensup olmak
Siz Boğaziçine geldiğinizde sene 1977. Türkiye 12 Martı yaşamış ancak 12 Eylül
kapıda. Ve Boğaziçi Üniversitesi dönüşüm sürecinin ilk evresinde. Biraz dönemin
manzarasına dair konuşabilir miyiz?
Bizim neslin aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesinin kurucu nesli olduğunu görürsünüz.
Boğaziçi Üniversitesinden geldiğim 1977 yılından emekli olduğum 2013 yılına dek kurucu
rektörümüz Aptullah Kuran başta olmak üzere Boğaziçindeki tüm rektörlerle çalıştım.
1992de Atatürk Enstitüsü Müdürü oldum. Dolayısı ile 20 küsur yıl da üniversitenin
senatosunda yer aldım.
Biz engebeli dönemleri aşmış bir nesiliz. Kişisel tarihimden örnek vermek gerekirse;
çocukluğumdan itibaren üç önemli askeri darbe gördüm. Belki ilki değil ama özellikle 12
Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yaşamımızda epey kırılma noktaları oluşturdu. Yine de çok
4
büyük darbeler yediğimi söyleyemem. 12 Martta şansım yurtdışında (İngiltereye yüksek
lisans için gitmiştim) oluşumdu. Ankara Siyasalı bitirip yurtdışına gitmiştim. Fakat benim
öğrencilik yıllarıma mensup olanların bir kısmı aralarında Mesut Yılmaz, Hasan Celal
Güzelin de olduğu bazı isimler, daha sonra iktidarın başına geçtiler. Öte yandan bizim neslin
diğer bir kesimi dağlarda telef oldu. Böyle bir nesiliz. Tabii bu çok travmatik bir durum.
12 Eylül de yine travmatik bir dönemden geçtik. Barış Derneği vesilesiyle ve Öğretim Üyeleri
Derneği ile ilişkili olarak Selimiyede iki kez sorguya çekildim. Sorgu sırasında Boğaziçili
olmamın getirdiği avantajı yaşadım. Sorgu basbayağı küfürle başlamıştı. İlk anda psikolojik
bir çökertme uyguluyorlar. Ama Boğaziçinde hoca olduğumu söylediğimde hava değişti.
Dolayısıyla, biz bu aşamalardan geçtik ve travma hayatımızın adeta bir parçası oldu.
Aynı günlerde Boğaziçinde hoca olan Binnaz Toprak ile evliyim, kızımız Ayşe doğmuş. Ben
doktoraya başlarken aynı zamanda Boğaziçine lecturer olarak işe başlamıştım. O koşullarda,
1980in Aralık ayında doktora tezimi bitirdim ve aynı tarihlerde babam vefat etti. O
zamanlarda çok genciz tabii ve böyle zor zamanlarda adrenalininiz yüksek oluyor. Belki de bu
sayede bu zor şartların üstünden gelebiliyorduk.
Koleksiyonerliğim sayesinde kitaplarımı evimden çıkmadan yazıyorum
Belirttiğiniz gibi çok sayıda makale yazdığınızı biliyoruz, hatta Academia. edunun en
üretken yazarlarının başında geliyorsunuz. Üniversite dışına dönük çalışmalarınızdan
bahsedelim dilerseniz80 darbesi bir açıdan sizin üretkenliğinizi kamçıladı diyebilir
miyiz?
İngiltereden Türkiyeye döndükten sonra 1977de Toplum ve Bilim dergisini kurmuştuk
Asaf Savaş Akat ve Sencer Divitçioğlu ile birlikte. Ama dergi ilk çıkmaya başladığında
basacak yazı bulmakta zorluk çekiyorduk. Böyle olunca kaleme kuvvet ilk makalelerimi
yazdım. Toplum ve Bilime baktığınızda zaman içerisinde en çok makale katkısında bulunan
isim ben olmuşumdur. Beni mutlu kılan Toplum ve Bilimin bugün hala yayın hayatına
devam eden akademik bir dergi oluşudur. Kırk yılı geride bıraktı. Yine o dönemde her ne
kadar üyesi olmasam da İşçi Partisiyle dirsek temasım vardı. Yine 1977 yılında İşçi
Partisinin Yurt ve Dünya adında akademik bir dergisi çıkmaya başladı. Oraya da müstear
isimle, makaleler yazdım. O yazdıklarım bugün hala literatürde temel referans makaleleri
olarak kabul edilir. Böylece daha doktoramı almadan çok sayıda makale yazdım ve yazıya
alıştım. Ben çok hızlı yazan bir insanım. Yazı konusundaki üretkenliğimin en önemli
sebeplerinden biri benim aynı zamanda bir kitap koleksiyonörü oluşumdur. Örneğin bu son
kitabımı, Türkiyede Yeni Hayatı kapalı devre, evden çıkmadan, herhangi bir kütüphaneye
başvurmadan yazmış bir insanım. Bütün kaynaklar elimin altında. Bu da yazı tempomu çok
yükselten bir faktördür.
12 Eylül sonrasında üniversitede kalacak mıyız gidecek miyiz, belli değildi. 1402lik hocalar
oldu biliyorsunuz. O nedenle bizim bir ayağımız dışarıda oldu. Ben de bu yüzden farklı
projelere yöneldim. Yurt Ansiklopedisi gibi birtakım ansiklopediler çıkarmaya ve aynı
zamanda kurum tarihçiliği yazımına ve sergi küratörlüğüne başladım. Bütün bunlar uzun
yıllar bir arada gitti. 12 Eylülün baskı ortamı olmasa akademik kariyer ile yetinmek
durumunda kalacaktık ancak ekonomik koşullar bizi dışarıda başka işler yapmaya mecbur
kıldı. Yaptığım diğer çalışmalar sipariş üzerine yapılsa da aslında akademik türde çalışmalar
oldu. Örneğin bir Anadolu Sigorta kitabına baktığınızda Türkiyede sigortacılığın gelişimini
5
görürsünüz. Her biri en az 1- 1,5 yılda yazılmış kitaplardır ve Türkiyede hiç ele alınmamış
konular olduğunu görürsünüz.
Tarih Vakfının kurucusuyum. Biz Tarih Vakfı bünyesinde de bu tür kurumsal çalışmalar
yaptık. Daha önce, Yurt Yayınlarını kurmuştuk. Üniversitelerden pek çok insan tasfiye
edilmişti ve akademik dünya çökmek üzerelerdi. Biz de üniversitelere alternatif bir yayın
etkinliğinde bulunmaya karar verdik ve Ankarada Yurt yayınevini kurduk. Çağlar Keyder,
Şevket Pamuk, Korkut Boratav gibi isimlerden kitaplar Yurt yayınevinin ilk dönemlerinde
çıkmıştır. Örneğin Mete Tunçayın Türkiyede Tek Parti adlı kitabı bizim ilk kitabımızdı.
Ardından benim Türkiyede Milli İktisat kitabım çıktı. Bir noktada üniversite dışında bir
literatür oluşturmak gerekiyordu. Biz bu anlamda çok önemli kitapları okurlarla buluşturduk.
Tarih Vakfı baktığınız zaman tarihçiliğimize çok önemli katkılarda bulunmuştur. Hatta bu
katkının Türk Tarih Kurumuna kıyasla daha fazla olduğunu söylemek mümkün. Sözlü tarih,
historiyografi gibi kavramları ilk defa biz tanıttık. Türkiyenin en kaliteli sosyal ve beşeri
bilim yayın ekibini kurmuştuk. Aslında biz o birikimle Tarih Vakfını kurmuştuk. Vakıf
kurulurken Yurt yayınlarının bu kitap stokları vakıf kurmak için gereken sermayeyi oluşturdu.
Bugün bildiğiniz gibi yayınevi Tarih Vakfı Yurt Yayınları olarak hayatına devam etmekte.
Türkiyeye çıkan kitapların neredeyse yüzde 50-60ı tarih kitaplarıdır. Neredeyse herkes
tarihle ilgilidir
Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü hiçbir zaman tarihe dar kalıplarla bakmadığı için
alanında öncüdür
Biraz bu konunun üzerinde durabilir miyiz? Tarihin, bazı tarihsel olayların zaman
zaman araçsallaştırılması, daha kaba bir tabirle gerektiğinde propaganda malzemesi
haline getirilmesi ülkemizde çok da alışılmadık durum değil. Tarihle aramızda neden
böyle sorunlu bir ilişki var, nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tarih konusunda, daha çok devletin hizmetinde, devletin söylemini genç nesillere aktarmakla
yükümlü bir bilim olduğu yönünde bir algı söz konusu. Ulus devletin inşa sürecinde bir
ölçüde buna ihtiyaç olmuştur ama bu algıyı aşabilmek gerekir. Tarih söz konusu olduğunda
olguları yorumlamaktan çok anlamaya yönelik bir bakış açısına ağırlık vermemiz gerekir.
Toplumu anladığımız ölçüde geleceğe dönük sağlam adımlar atabiliriz. Fakat sadece
yorumlamakla yetinirseniz Türkiyeyi, yaşadığınız toplumu anlamakta zorlu çekersiniz.
Biz Türkiyede olayları tarihselleştiremiyor ve bir türlü geçmişle barışamıyoruz. Her türlü
geçmişi araçsallaştırabiliyor ve bunu deyim yerindeyse birtakım insanlara yutturabiliyoruz.
Günlük siyaseti de tarihsel birtakım verilerle ve tamamen algılarla anlama çabası içindeyiz.
Oysa biraz daha serinkanlı bakmak gerekiyor. Sağlıklı bir tarihsel bilgi olabilmesi için yavaş
da olsa bu alanda bazı kımıldanmalar var. Ben çok sık Anadoluya gidiyorum. Anadolu
üniversitelerinde çok düzgün tarih çalışmaları yapıldığını görüyorum ve bu nedenle kötümser
değilim bu konuda. Ancak kurumsal bağlamda, zihniyet değişikliğine gitmek gerektiğini de
düşünüyorum. O da zaman içinde olacaktır.
Bu anlamda Türkiyedeki en iyi tarih bölümünün Boğaziçi Üniversitesinde olduğunu
söyleyebilirim rahatlıkla. Zira Boğaziçi Tarih bölümünün önemli bir boyutu misyonerliğe
soyunmamış olmasından gelir. Burada tarafgirlik yaparak söylemiş olayım; açık farkla
Boğaziçi Tarih kendi alanında öncü bir işlev görmektedir. Boğaziçi Tarih bölümünde dar
anlamda bir tarih bakışı olmamıştır. Arkeoloji, sanat tarihi gibi farklı disiplinlerden ilgilenen
akademisyenleri de kapsar. Dolayısıyla interdisipliner yapı Boğaziçinde epey yol kat
6
etmiştir. Elbette daha da iyi olabilir, daha fazla disiplinlerarası bir yapı kurulabilir. Hali
hazırda Koç Üniversitesinde başında olduğum yüksek lisans programları içinde mevcut olan
Comparative History and Society programı benzeri ortak programlar oluşturulabilir. Örneğin,
Boğaziçi Üniversitesi bir Kadın Araştırmaları veya bir Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları gibi
alanlarda araştırmaların yapılabileceği çok ideal bir yer olmaya hala devam ediyor. Ancak her
bölümün belirli bir alanı var ve oradan çok fazla dışarı çıkılmıyor. Oysa bugün artık dünyada
toplumsal cinsiyet ve queer araştırmaları gibi çalışmalar yapılıyor. Biz o konularda çok cesur
değiliz sanıyorum. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, Boğaziçi Üniversitesi Türkiyenin
en düşük bütçeli kamu üniversitelerinden biri. Bunun getirdiği darboğazlar da söz konusu.
Buna rağmen altyapı yatırımlarına devam ediyor. Bugün bütçesine oranla Türkiyede en geniş
kütüphane yatırımı olan üniversite Boğaziçidir.
Boğaziçinde ayrıca üst yönetim ile akademiya arasında her zaman çok uyumlu bir yaşam
oldu. Bunun avantajlarını ben de yaşadım. Boğaziçi bu açıdan küçük üniversite olmanın
faydalarının hala yaşanabildiği bir ortam sunuyor.
Geçmişle barışmak için önce tarihsel koşulları anlamak gerekiyor
Hocam, akademik dünyaya katkılarınıza da değinelim. Kitaplarınız genellikle 1908 ve
izleyen yılları konu alan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin belki de en önemli süreçlerine,
kuruluş temellerine odaklanıyor. Bu odağı nasıl seçtiniz diye devam edelim
Daha doktora aşamasında Cumhuriyeti bir ölçüde geçmişiyle barıştırma girişiminde
bulundum diyebilirim. Meşrutiyetin bir noktada Cumhuriyetin temellerinin
oluşturulmasında önemli bir işlevi olduğunu yazmak gereği duydum. Örneğin Türkiyede
Milli İktisat kitabımın böyle bir işlevi oldu. Milli İktisat kitabımda söylenenlerin özü,
Cumhuriyetin inşa sürecinde uygulanan ekonomik modeli de belirledi. O yüzden 1982de bu
kitabı yayınladıktan sonra Cumhuriyet iktisat tarihi 1908e çekildi. Korkut Boratav gibi
iktisatçılar Türkiye ekonomisini bu tarihten itibaren anlatmaya başladılar. Kitaplarımda
Cumhuriyetin temellerini ve kuruluş sürecinin hep bir continuity & rupture (süreklilik ve
kırılma) süreçleriyle birlikte anlatılması gerektiğini düşündüm ve tarihin bu diyalektik
yapısını vurgulamak benim en önemli çabalarımdan biri oldu.
Öte yandan, 1908 yani Jöntürk Devrimi siyasi olarak bir kırılma noktasıydı ama aynı zamanda
Türkiyede toplumda köklü değişimlerin yaşandığı bir süreci başlattı. 1908-1938 dönemini
kapsayan 30 yıllık süreç bugünü anlamak bakımından önemli. Kitaplarımda bu noktaya
özellikle eğildim. Bu bir şekilde, bugünün iktidarınca uzun süre göz ardı edildi. Daha çok İlk
Meclis dönemine odaklanıldı. Ancak şimdi daha toleransla yaklaşılıyor ve Cumhuriyetin
kuruluş evresine daha nesnel kaygılarla bakılabiliyor. Zira devlette devamlılık vardır ve bu
anlamda bazı dönemlerle barışılması gerekir. Örneğin İnönüyü dışlayarak bir yere
varamazsınız. Bugün eğer çok partili bir düzen varsa, Türkiye II. Dünya Savaşına
girmemişse bunlar İnönü sayesinde olmuştur.
İki Dünya Savaşı arası dönem dünya tarihi açısından da çok farklı bir evredir. Bu dönemde
Türkiyede otoriter bir rejim vardır ama o günkü koşulların gereğidir bu. Otoriter rejimi
elbette savunmuyorum ama tarihsel koşullar bunu gerektirmiştir. Ülkede okuma yazma oranın
yüzde beş olduğu bir dönemde tek dereceli genel seçim yapılmasının anlamlı olup olmadığını
sorgulamanız gerekir. Demokrasi dendiğinde salt siyasal demokrasiyi anlamamak
lazım. Demokrasi daha geniş bir perspektifle ele alınmalıdır. İnsanları o seçim sandığına
götürmek, Medeni Kanunun kabulü, kadınlara seçme ve seçilme hakkının verilmesi de
7
demokrasinin bir parçasıdır. O nedenle Tek Parti döneminde demokrasi yoktu demek
bence önemli ölçüde haksızlık olur.
Siz halen Koç Üniversitesinde öğretim üyeliğine devam ediyorsunuz ancak Boğaziçi ile
bağlarınız tüm sıcaklığıyla sürüyor. Hatta haftanın çoğu günü sizi kampüste bir
konferans verirken, bir etkinlikte konuşmacı olarak görüyoruz. Son olarak, Boğaziçi
Üniversitesi ile duygusal bağınız üzerine neler söylemek istersiniz?
Evet, ben şu sırada Koçta tarih doktora programının kuruluşunda görevliyim. Beş yıllık bir
sözleşmem var. Ama Boğaziçiyle olan ilişkimi hiç kesmedim. Hâlâ Atatürk Enstitüsünde
doktora öğrencilerini yeterlilik sınavına hazırlıyorum. 41 yılı geride bıraktım. Yaşamımın
yarısından fazlası Boğaziçinde geçti. Bu tabii duygusal bir bağ oluşturuyor. O kurumla
özdeşleşiyorsunuz bir ölçüde. Ben her zaman Boğaziçinde huzur buldum. Her zaman
Boğaziçinin özgür havasını soludum. Bu Türkiyenin en buhranlı dönemlerinde bile beni
iyimser kıldı. Her zaman yarına umutla bakmama neden oldu.
Boğaziçi Türkiyenin en seçkin kuruluşlarından biri. Bunu yönetimiyle, idari personeliyle,
hocalarıyla ve de öğrencileriyle birlikte sağladık.
Söyleşi: Özgür Duygu Durgun / Kurumsal İletişim Ofisi
Fotoğraflar: Kenan Özcan
Tarih: 05 Şubat 2018

Başa Dön