Eylül geldi,
Kim ne derse desin, şairler ne yazarsa yazsın tarifine hacet olmayan, maskesiz özentisiz hilesiz eylül geldi. Silkinin ey insanlar hüzünlenmenin değil yüzleşmenin, geçip giden hayatı, bir kefeye koyamadığın yüreği yorumlamanın vakti geldi. Telafisi mümkün olmayan, buruşuk bir kağıt gibi yırtıp attığın, zuhûruna asla ihtimal vermediğin vakit geldi.
Al yüreğini eline sorgula, bir akşamüstü geçtin mi arka sokaklardan, kaldırımlardan fışkıran fukara çocukların saçlarını okşadın mı? İhtiyar bir ninenin hatırını sordun mu? Genç kızın melankolik,hummalı ve eskimiş gözlerini bıçkın delikanlının tükenmişliğini, terkedilmişliğini gördün mü? Hayatı bir sanrıdan ayıran sükûnetin kırık dökük pencerelere, hırpalanmış ve örselenmiş yüreklere sindiğini serpildiğini hissedebildin mi?
Perçemlerini, hayallerini, fıtratını, ve oluş sırrını çağdaş tanımlara, sinsi ve şeytani tebessümlere sunan adsız ve hep sanık durumunda bırakılan genç kızlara, istikbâlinden bile sürgün edilen, solmuş pörsümüş, hayalleri talan ruhu iğdiş edilmiş, şâşaalı ve tantanalı dünyalardan kovulmuş delikanlılara yüreğini açabildin mi, başını koyup dizlerine ağlayabildin mi?
Binbir çeşit bilumum mağazaların hızla arttığı, envai çeşit metanın “ al, al “ hilesiyle camekânlara sürüldüğü “ al – tüket ” diye bas bas beynine üfürüldüğü, hınzır ve sömürgen bir keşmekeşin içinde sızlayan yanının farkına varıp “eyvah!“ diyebildin mi?
Bütün bedenini istila etmiş, ruhunu bakımsızlaştırmış bir parya muamelesini müstehak saymış sloganlardan, ideolojilerden ve şehirleşmiş münasebetlerden tiksinip bütün geçmişini kusarcasına “heyhat” diyebildin mi?
Karangu gecelerde başını ellerinin arasına alıp sana vadedilen yaşam ve ölüm hususunda sesin titremeden, sararıp solmadan, korkmadan “nereye kadar” deyip nefsinle cebelleştin mi?
En güzel yerindeyken hayatın,bu sürüp giden hengâmeden başını kaldırıp aynalara koştun mu hiç?...
Eylül geldi, hüznün değil yüzleşmenin ...