Bir ambulansın gelmesi için on dakikalık bir süre yetmişti. Şişli Etfal hastanesinin acil servisine ulaşması için bir o kadar süre yeterliydi. Ona ne olmuştu? Polislerin, doktorun sorularını gülümseyerek sessizce cevapladı. Kafasını bir mumya gibi sardıklarında ise mutluluğu daha da çok arttı. Yalçın abi onu bu sefer gerçekten rahatlatmıştı. Ona dua ederken şükranlarını sunuyordu. Bu dayak onu en azından altı ay idare ederdi.
Şarapçı Ahmet ise ambulans daha gelir gelmez olay yerini terk etmişti. Koşar adım giderken önüne çıkan herkese heyecanla olayı anlatıyordu. Yalçın abi Salihi çok pis dövdü. Ama hak etti diyordu. O hızla kışlanın arazisinden çıkmıştı. Oradan Eyüpün dar sokaklarında koştu. Önüne çıkan dilencilere, camiden çıkan sefil ihtiyarlara anlatıyordu. Sonra Gopaşanın belalı meyhanelerine kadar gezdi. Dolaştı durdu. İslambey mahallesinin tinercileri, Sarıgölün hırsızları, minibüsçüler, taksiciler, esnaflar, emekliler, yetimler, serseriler, işçiler bu olayı tartışıyordu. Hemen herkes bir konuda hemfikirdi. Yalçın abi gerekeni yapmıştı. İnsan en yakın arkadaşının karısını hiç becerir miydi? Memlekette sanki karı mı kalmamıştı?
Yalçın abinin sürekli artan bu gücünü bu performansını aslında takdir etmekten başka bir çarede yoktu. Altmışını geçmesine rağmen bu adam hala gücünün zirvesinde sayılırdı. İnsanların anlayamadığı beklide anlamak istemediği bir durum vardı ki bazı eskiler bu sorunun cevabını arıyordu. Evet Yalçın abi eski İstanbul delikanlısıydı.O yetmişli yılların Eyüp ilçesinde namlı kabadayı, harbi delikanlı bir adamdı. Mahallenin karısına, kızına yan bakanı, ters, düz bakanı döverdi. Dışarıdan gelen yabancıları, serserileri, esrarkeşi, hapçıyı, hırsızı bu yüzden hiç acımadan ezerdi.
Bir vaka var ki birçok kişi bir olayı hala çok iyi hatırlar. Bir gün adamın birine çok öfkelenmişti. Sadece bir yumruktu. Adamın çenesi kırılmıştı. Kırılması neyse de adam üç ay boyunca bitkisel bir hayata giriyordu. Aldığı iki yıl hapis cezasını Trakya'da bir cezaevinde çekerken Kasımpaşalı eski bir kabadayı olan geleceğin başbakanı ile tanışacaktı. Yalçın abiye gelen ziyaretçilerde ona gelenler kadar kalabalıktı. Cezaevine hemen her gün Eyüp ilçesinden Kasımpaşadan araç konvoyları geliyordu.
Sonraları uzun süren bir olgunluk, tecrübe dönemine girmişti. Kırklı yaşlarda artık o daha çok sevilen saygın bir adamdı. Çevresi sürekli olarak eski, yeni insanlar ile doluyordu. İriyarı gövdeye, o kalın bıyıklara, kalas gibi kollara, o demir yumruğa insanlar gereken saygıyı, sevgiyi gösterdi. Sonra birden bire üstelik ellisinden sonra eskiye dönüş yaparak yine sahneye çıkmıştı. Meyhanede , kahvede, minibüste, bazen sokakta nerede rast gelirse insanları tekme, tokat çarpıyordu. Tuhaf olanı ise insanlar onu tahrik ediyordu. Bu insanlar acaba delirmiş miydi? Eli çok ağır ve sertti. Bazen bir tokat yeterliydi. Bazen de bir yumruk. Üçüncü aşama ise kesinlikle bir hastanenin acil servisi olurdu.
İnsanlar resmen göz göre göre ona çatıyordu. Bazılarının kafasının iyi olması neden gösterilse de hiç içmeyenler bile bazen önüne çıkıyordu. O yüzden çoğu anlarda sık sık bu insanlara Yahu bir türlü anlayamıyorum. Hep ben mi bulur bu belalar diye sitemde bulunurdu. Üstelik dövdüğü insan profilleri de sürekli değişecekti. Serserilerin, suçluların yerini şimdiler de işçiler, memurlar, emekliler, esnaflar bazen de eski arkadaşları da dayak listesinde yer almaya başlamıştı. Üstelik bu listeye girip nasibini alanlar onu daha çok seviyor daha çok arıyordu. Yalçın abi aranan bir adam olmuştu. Kahvede otururken, meyhaneye, ya da herhangi bir yere giderken çevresi sürekli insanlarla dolup taşıyordu.
Neler oluyordu?
Bu soruyu sorma cesaretine ulaşabilen tek bir insan vardı. Bu olayları gözlemleyen ve düşünen bir adamdı Tilki Selim. Bir dönemin yakışıklı. hızlı, zampara gençlerinden üniversite mezunu eski şirket müdürü şimdilerin sefil adamı, şarapçısı, berduşu olan Selimin bir tezi vardı. Onu düşüncesi insanları hayrete düşürmüştü. Olayı geçmişte aramak gerekliydi. Yalçın abinin fark edilemeyen gizli bir müritler ordusu vardı. Aralarında emeklisinden, memuruna, esnafına, işçisine, suçlusuna kadar hemen her kesimden insanlardı bunlar.Evet insanlar sürekli onu takip ediyordu. Bu insanlar askeri darbeleri, mahalle Nazi karakollarını görüp yaşamıştı. Onlar yetmezmiş gibi birde o eski kültürün olduğu yıllardaki semt kabadayılarının şiddeti yok muydu? Elbette vardı. Bu toplumun bireyleri bu süreçte hangi makama, mevkiye, konuma ve belli yaşlara gelseler de o acıların vermiş olduğu zevkin dayanılmaz hafifliğini o hazzı unutamamıştı.
Artık askeri darbeler, kabadayılar, yoktu. Polis, asker sokakta dayak atmıyordu. Peki bu adamlara bu saatten sonra kim dayak atacaktı? Bu insanlar artık mazoşist olmuştu. Tanrının Yumruğu ise ortaya çıkan bir mucizeydi. O geçmişten kalan acı çektiren tek unsurdu. Tilki Selim eski solculardan üstelik günümüzün sıkı Atatürkçülerinden birisiydi ve teorisinde haklı olduğunu ısrarla söylüyordu. Acı çekme sırasında kuyruğa girilmişti. Emekliler, işçiler, suçlular, solcular, Atatürkçüler hemen herkesSelim bunun farkına vardığı anlarda Yalçın abinin bir tokadına denk gelmişti. O alanı hemen bir fare gibi sessizce terk etmek zorunda kalmıştı. Yalçın abi aynı zamanda dindardı. Ayrıca yeni iktidarın fanatik bir taraftarıydı. Hem içki içen müsait olduğunda namazını kılan entelektüel bir boyuta ulaşabilen nadir insanlardan birisiydi. Selime göre hastanelerin acil servislerinin ücretsiz olmasının tek nedeniydi Yalçın abi.
Geçmiş dönemin insanları günümüz değişiminde eski bir eşya gibi bir kenara atılmıştı. Artık kimse kimsenin makamını, ünvanını iplemiyordu. Bir şarapçı ile bir polisin, bir hırsız ile bir avukatın, bir serseri ile öğretmenin arasında hiçbir fark yoktu. Bunların küçük bir versiyonu tarihi Dumlupınar kışlasının terk edilmiş arazisinde buluşuyordu. Onlarca, yüzlerce insanlar gruplar halinde içerken Tanrının Yumruğunun önünde diz çöküyordu. Ona yanaşmak için içki ısmarlama kuyruğuna girebilenler çok mutluydu. O saatlerce hiç durmadan geçmişten geleceğe doğru giden süreci ve insan yolculuğumuzu ateşli söyleviyle anlatıyordu.
Bir gün polis bu araziye büyük bir operasyon yapmıştı. Onlarca motorlu yunus ekiplerinin genç hızlı, kahraman polisleri kimlikleri toplarken şok geçiriyordu. Toplumun bütün katmanları iç içe girmişti. Yaşlısı, genci içerken hem ağlıyor, hem gülüyordu. Birçoğu gözaltına alınmak için adeta dayak yemek için polislere yalvarıyordu. Ak saçlı birisi Evladım ben emekli bir karakol amiriyim diyordu. Yanındaki şarapçı Kıbrıs gazisi emekli subaydı. Bir diğer şarapçı ise ünlü gazino sahibiydi. Bir diğeri eroinman, diğeri biri ise hırsızdı. Genç polis memuru şaşkındı. Ama başkomserim derken o ise Beni kader bu hale getrdi diyordu. Tarının Yumruğu ise koca gövdesiyle ayağa kalkmıştı. Kalın, boğuk sesi ile polislere çıkışıyordu.
Evet doğru söylüyor. Kader bu insanları bu hale getirdi diyordu.