] Şiir nedir diye düşünmedim ilk yıllarda.Sadece yazmaktı benim işim.Zaten şiire tam anlamıyla aşina olunduğunda size kendini tanıtıyor.Keza şiirin tanımını içinde buluyorsunuz.Her şiir farklı bir tanım içeriyor benim için.Okuduğum her şiirden ayrı bir tat alıyorum.
Herkesin hayatın virajlı dönemlerinde kendini yalnız hissettiği zamanlar olmuştur.Tabi yalnızlığını yıldızlarla paylaşanlar müstesna.İşte o zaman, şiire başlamak için ilk tohumlar atılıyor demektir.O dönemlerde şiir insanın yalnızlığını paylaşır bir bakıma.Düşünün ki; biri elinizden tutup sizi inadına yaşamaya zorluyor.
Nerede ve ne zaman karşılaştığımı hatırlamıyorum, şiir ile ilgili bir yazı okumuştum.Yazıda özellikle türk insanının kendini doğuştan şair olarak gördüğünü, buna binaen kendini yetiştirme çabası içine girmediğinden dem vuruyordu.Çok doğru bir tespit değil mi aslında? Her ne kadar şiir ilham işi gibi görünse de, yalnızca ilhamın bir eser oluşturmada yeterli olmadığı aşikardır.Şiirde yerinde kelimeler kullanmanın, özellikle de basmakalıp ifadeler kullanmamanın ehemmiyeti büyük. Şiirin düz yazıdan bir farkı olmalı.Şiir sembolizmin sessizliğine tam anlamıyla tekabül etmeli.Anlatılmak istenen sembolleştirilerek, musikiye dayanarak ve alegorik bir şekilde lanse edilmelidir.Nitekim şiir sessizliğin sesinden müteşekkil olmalıdır.
Sembolizmin iki büyük ismini anımsıyorum:Ahmet Haşim ve Sezai Karakoç.Ahmet Haşim'in "Merdiven" şiiri, sembolizmin takdire şayanlık bir misalidir.Tabiri caizse "Merdiven" şiirinin her dizesi, ölümü en güzel şekilde anlatmayı taahhüt etmiş gibidir sanki, keza Sezai Karakoç'un o müstesna şiiri "Monaroza"da da sembolizmin belirtileri göze çarpmaktadır... Ayşe AKKOYUNLU