Bazı kelimeler ait olduğu cümleye, okuyanın yaşadıklarına, okumak istediklerine ve zamana o kadar yabancı kalır ki; anlam o kelimenin çağrıştırdıkları yüzünden kaybolur.
Evet, belki cümle kurallara uygundur. Yazımı doğrudur. Ama o ‘ters’ kelimenin okuyanda yarattığı bunaltı hissi metnin geleceğini belirlediği gibi yazanın ‘edebi’ niteliğini de sıfırlar.
Bu bunaltı hissini yaratan yalnızca okuyanın okumak istedikleri olamaz. Okuyanın yaşadığı zaman diliminin değerleri ve günlük yaşamın agresifliği de bu bunaltıyı arttırır.
Zamana hükmeden yazar olabilmek sanırım bu bunaltıyı yaratmadan yazmakla mümkündür. Örneğin: Nazım okurken bu bunaltı hissini duyduğumu hatırlamıyorum.
Bir de nerede ve nasıl yazılırsa yazılsın bana ters gelen kelimeler var. Aklıma gelenlerden birkaç örnek verecek olursam: ‘Duyarlılık, tortu, dip, gönül, yoksa... ‘ Bu kelimler neden bana ters geliyor anlatamam. Ama bu ve bunun gibi kelimeler hele bir de kötü kullanılmışsa, metni okumaya devam edemiyorum.
Bu mesele ta insan anlığındaki idelerin oluşumuna kadar gider ve Locke’nin ‘İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme’ adlı kitabını okumayı gerektirir ki herkesin harcı değildir bu iş. Bu kitapta o kadar çok ‘ters kelime’ vardır ki kitabı bitirmek ancak Kafka’nın ‘Bunaltı’ adlı eserini okumakla mümkündür.
Bu ‘ters kelime’ işi yalnızca bireyleri ilgilendirmez. Toplumlara da ters gelen kelimeler olabilir. Her ne kadar toplumlar belli kaynaklarca yönlendirebilse de bu yönlendirme işi ancak çoğunlukta etkili olur. Çoğunluksa uyuşmuş bir yaratıktan başka bir şey değildir.
Sevmediğim kelimeler ancak ‘benim’ sevmediğim kelimelerdir. Acaba sırf bu yüzden onları sevebilir miyim?