Tren garının bankında oturuyorum. O kadar soğuk ve o kadar boğucu bir stres bulutu var ki... Telefona bakıp duruyorum belki gelmekten vazgeçersin diye. Uzun süreli hüzün kaplar içimi. Vazgeçme ihtimalin gözlerimi yaşartıyor, sigara yakıyorum. "Daha çok küçüksün." Diye bağırıyorsun gülümseyerek. Koşuyorum. Kollarına giden bu yol hiç bitmez mi? Bitiyor, oradayım. Kollarının arasından sıyrılıp boynuna uzanmak... Boşuna yazılmıyor nice boyunlara nice şiirler. Boynunda kapıyorum gözümü, bir daha hiç açılmayacak gibi. Fakat hissedebiliyor insan. Daha kaç kere öyle sarılabilirdin, daha kaç kere mutluluktan ayaklarım uyuşabilirdi ki... Tanrı bizden pek hoşlanmıyor olmalı.
Senin yanında yürümek, seni dinlemek, izlemek hatta. O an anlıyorum ki gülüşünü unutmak mümkün değil. "İzlediğimiz filmde kızıl saçlı bir hatun vardı." diyorsun. "Neydi onun ismi?"
'Anna' diyorum bir yandan saçlarının kızıl olmadığını düşünüyorum. "İşte sen Ann'sin. Gerçek aşk." Gülümsemekle kaldım. Şuan salgılanan endorfin ileride bileklerimin katili olabilir...
3 yıl geçti tren garını içimden yıkıyorlar. Kızıl boya yeni yeni akıyor saçlarımdan.
4 yıl geçti ne gülüşünü unutabiliyorum ne Anna'nın aslında kahverengi saçlı olduğunu.