Kırık Masaya Bırakılan Düşler I (Hayata Dönüş (!) Operasyonu )

UNTMAK, İHANETİDİR İNSANIN KENDİSİNE akdeniz : mavinin çılgın deryası… bir avuç katsan hüzne, gülümseyecek tekmil memleket…( laf işte…) bey dağları: kardan külahını ters çevirmiş, keli görünen yalçın dağlar… dağ olmak, harbi bir iştir kış kapıya dayandığında… rüzgâr ciğerini deldiği için insanın, insansızdır dağlar kara kışta…

yazı resim

UNTMAK, İHANETİDİR İNSANIN KENDİSİNE

akdeniz :

mavinin çılgın deryası… bir avuç katsan hüzne, gülümseyecek tekmil memleket…( laf işte…)

bey dağları:

kardan külahını ters çevirmiş, keli görünen yalçın dağlar… dağ olmak, harbi bir iştir kış kapıya dayandığında… rüzgâr ciğerini deldiği için insanın, insansızdır dağlar kara kışta…

yivli minare:
acıyla sivriltmiş yüreğini göğe bakarken… “göğe bakma durağı”nda inecek var kaptan…

kırık masa:

unutmak ihanettir… hayata dönemeden vurdular beni… yaram, yadigârdır kulağı sağır insanların kör bakışlarından…

“sevgili kırık masa,

bunları sana, kalın kabuklarında sürekli bir kaşınmanın olduğu yüreğimin derinden gelen sesleri vesilesiyle yazıyorum…
kış güneşi kendini ısıtmakta zorlanıyor… güneşin gözlerinde, dalında tek kalmış turuncu bir portakalın hüznü…

sokaklarda yeni bir yıla girmenin telaşı sağa sola koşturuyor…

güzelliğinin farkında olan çok güzel bir kız karşımda oturmuş… kendisine bakmadan, onun varlığından habersizmişim gibi seninle konuşup bir şeyler yazmaya çalışmamın acayipliğine bakıp içinden bana “salak” diyor… kesinlikle diyor… salaklığımı biliyorum zaten, hiç gocunmuyorum…

sarışın hüznümün derinleştiği gözlerimin akdeniz’in mavisine yelken açtığının farkında değilim…
yelkenimde dağlı rüzgârlar… (ah, bir rüzgârın ellerine bıraksam kendimi de acıların katmerlendiği yüreğimden kurtulsam…)

“hayata dönüş operasyonu” nda gencecik insanların hapishanelerde katledişlerinin yıldönümü olduğunun da farkında değilim…

( unutmanın ihanetinden geçmiş kalbimde hiçbir dalın çiçeğe durmayacağını bilmek… sonunu getiremiyorum cümlenin… sözcükler düğümleniyor belleğimde… kırılgan harfler darmadağın savruluyor iş saatlerine ayarlı hayatımın düşsüzlüğü içinde…)

ben ne çok şeyin farkında değilim bir bilsen…

kaç kişi öldürüldü de sesimi çıkarmadım… sıranın bana gelmeyeceği düşüncesinin rehavetindeydim…

sıranın az sonra kendisine geleceğini bilmenin korkunç gerilimini elleri başında bekleyen boşnak gencini televizyonda izlerken hissettim… yay gibi gerilme benzetmesinin yetersiz olduğunu, bu durumdaki duygu karmaşasını, insanın içinin boşalmışlığını hiçbir dilin ifade edemeyeceği gerçeğini sana nasıl anlatabilirim ki… önce birini vurdu sırp asker… sonra başka birini… sonra birini daha… sırtı dönüktü ölenlerin… mermi sesleri hayatı yırtıyordu… debelenmeden düşüyordu vurulanlar… sıra bana geliyordu yavaş yavaş… korkudan altımı ıslattığımın farkına varmadım… gözlerimdeki bakışın insansız olduğunun da… belki bir bakışım bile yoktu…

empati…

( karşıdakini anlamanın en iyi yolu, kendini onun yerine koymaktır… onun gibi düşünürsen, onun hissettiklerini anlayabilir ve davranışlarını ona göre ayarlayabilirsin… ilişkilerin sağlıklı yürümesi buna bağlıdır, yani türkçesiyle “rol yapma”ya… uzman psikologların hastalarına önerdiği tek reçete bu… ve bu reçetenin o kadar alıcısı var ki… etraf, birbirine rol kesen insanlardan geçilmiyor… belki de sırf bu sebeple insanlar(!) olup bitenlere bu kadar kayıtsız… bir uyuşturulma seansına toptan katılmış gibi gülümseyebiliyorlar… )

haber çoktan bitmişti televizyonda, elim başımda bekliyordum… kanım çekildi…

sıkıysa empati yap bu durumda…

insan yanım nereden bulduysa bir yol bulup belleğimdekileri gün yüzüne çıkarmayı başarmıştı…

rahatlarına düşkün konformist küçük burjuvaların ölümden korkmalarının tek bir gerekçesi vardır diye düşündüm… ölümde, tüketim alışkanlığının sona ereceği düşüncesi… korkunun gerekçesi, daha korkunç geldi bana…

her neyse… bugün aralık’ın yirmi biri…

bey dağları’nda kar…

akdeniz, hep bildiğin gibi…

yivli minare’de ilahi bir çağrı : allahüekber allahükber (tanrı uludur, tanrı uludur)

karşımdaki masada oturup çayını içen güzelliğinin her şeyden çok farkında olan kız, hâlâ salaklığıma bakıp bakıp “salağın önde gideni” olduğumu düşünüyor, üçüncü çayını içerken…

ben…
ihanetin, içimde açtığı derin yaranın acısıyla kıvrım kıvrım kıvranıyorum… unutmak… ah, ihanetlerin en beteri…

bugün ihanet içindeyim…

ihanetim kendime… ihanetim hayata… ihanetim cezaevi koğuşlarında alev silahıyla yakılanlara… saçları tutuşan o genç kızlara… onların geleceklerine… ihanetim çocuklarıma… çocuklarımın yüzüne nasıl bakacağım ben…

ey sevgili,

bugün seni unuttum, bugün kendimde değilim…

sana “lirik şiirler” söyleyemediğim için bağışla…

sana kır çiçekleri toplayamadığım için…

gün iniyor yavaş yavaş…” en uzun gece”ye hazırlıyor kendisini… en uzun gecenin dibi zindan…

gece en uzun da olsa şafak söker değil mi kırık masa….

kızın saçlarından akşam kızıltısına bulanmış bir demet gün ışığı sızıyor… kız, böyle salak bir insanın var olduğunu görmenin hayretini hiç gizlemeden acır gibi bakıyor bana… çayından bir yudum daha alıp akşama hazırlanan şehrin kalabalık sokaklarına doğru yürüyor… ardından bakamıyorum bile…

ben… ah gelebilsem kendime… bak kırık masa, hiç kimselere anlatamıyorum yüreğimde düğümlenen acıların beni nefessiz bıraktığını… kimseler anlamıyor ki beni... ben de geldim oturdum kıyıcığına… sen anla beni olmaz mı...

Başa Dön