Bir hiç olmayı istediğim zamanlar vardı. Bazıları için hiç olmak, bünyeye ağır gelen bir vaka olmasına karşın; benim, yegane hafifleme şansım olarak gördüğüm bir rüyaydı o zamanlar. Tüm sorumluluklardan kaçmak olarak yorumlanabilir ama benim için kurtuluştu. Başarısızlığın ve tatmin edilmemiş arzuların toplamından oluşan koca bir hiç gibiydim. Tüm geleceğimi üzerine kurduğum hayallerim elimden alınmıştı. Ben geleceksiz kalmıştım. Bu da pek çok insanı yaptığı gibi beni de nihilizmin sınırlarında dolaştırmaya başlamıştı. Aslında hiç de kısa sayılmayacak bir süre kendimi sıfır olarak görüyordum. Ama bu sıfır yeni, hiç kullanılmamış anlamında değil. Aksine uzunca süre kullanılan ve işlevini yitirmiş bir pil gibi… Boşalmış, yıpranmış, kullanılamaz bir sıfır. Doğal sayılar kümesindeki sıfır bile benden daha değerli gibiydi. O sadece toplama ve çıkarmada etkisizdi. Çarpmada ve bölmede bir hayli etkiliydi. Bir şekilde varlığını hissettiriyordu yani. Her şeyden ve her türlü ihtirastan kendimi çekmekle başladım hiç olmaya. Belki de hayatımın en hafif günleriydi. Rüzgarda savruluyordum. Yakın arkadaşlarım, tanıdıklarım, ailem beni ihtirassız olmakla suçluyordu. Aslında kendi ihtiraslarıyla benim ihtiraslarım örtüşmediği için öyle söylüyorlardı. Benim için en iyi olanı benden daha iyi bildiklerini iddia ediyorlardı. Boşluğun verdiği huzur vardı bende. Denizi ve özellikle de engin çöl denizlerini seyrediyormuş gibiydim. Uzun süre bakarsanız unutmaya başlarsınız. Arapların bir deyimi vardır. Çölün hafızası olmazmış. Ben de unutuyordum, siliyordum daha doğrusu.
Her şeyi unutamıyor insan. Bazı dosyalar silinemez şekilde kaydedilmiş benliğimize. Görmezden gelebiliyor insan ama silemiyor. Hiç haddim olmayan işlere kalkışmıştım belki de diye düşünüyordum, nasip mefhumunu tamamen göz ardı ederek. Zaten ilahi olan bazı kavramları unutmam arttırdı sıkıntılarımı. Bir engelle karşılaştığımda ya da başarısız neticeler aldığımda tamamen şahsi hatalarım neticesinde karşılaştığım bir durum olarak değerlendirdim. Ezbere söylediğim nasip, kısmet ifadeleri aslında anlamını yitirmişti. Mülk’ün bir parçası olduğumu unutup, mülke sahip olmaya çalışıyordum. Allah’ın iradesini hayatımın tamamen dışında bıraktım, cüzi irademle karşılamaya çalıştım üzerime gelen her şeyi. Ağır geldi doğal olarak ve ben de topundan sıyrılmak istedim. Halbuki Allah’ın benim üzerime doğumumla birlikte yüklediği sorumluluklar vardı ve beni uyarıyordu O. Unutmamam gerektiğini, aksi bir durumda karşılaşacağım yıkımı. Hepsini söylüyordu. Ama ben bunu tamamen unutmuştum. Kendime olan inancım, Allah’a inancımdan daha ağır bastığı için tamamen göz ardı ettim.
Her şeyi başarabilirim sanıyordum. Mutlak Galip’in olduğu yerde ona karşı olan herkes mutlak olarak kaybeder. Sadece yanındakiler onun zaferinin nimetlerinden yararlanabilirler. Ben Mutlak Galip’i karşıma aldığımın da farkında olmadım. Ebedi mağlup olacağımı ancak Mülk Suresi’ni okuyunca fark ettim. Sanki daha önce hiç okumamışım gibi… Amerika’yı yeniden keşfetmek gibi… Ama insanın kendine rakip olarak belirdiği varlığı tanıması da çok önemli. Ben, rakip olarak diğer insanları görüyordum. Ama onlar da rakip olamazdı aslında bana. Onlar sadece kendi yaşam mücadelelerini veriyorlardı aslında. Bir çeşit nefsi müdafaaydı yaptıkları. Kendi belirledikleri amaçlarla yaşıyorlardı. Pek azı aslında onlara verilen fıtrat üzerine yaşıyordu. Ben onlara imreniyordum ama onlar gibi olmamak fazla rahatsız etmiyordu beni.
Hayatın verilen anlamından başka bir sürü anlam yükledim ona. Hepsi Freud’un dediği gibi nefsimi tatmine yönelik, aslında içi boş ve tamamen dayatılan bir takım amaçlar ve ideallerden müteşekkildi. Onlar küçük bir rüzgarla dağılınca, asıl anlamı yakalamamı, daha doğrusu fark etmemi sağlayan bir kaos yaşadım. Aslında üzerindeki yığınlar atılmış ve ortaya çıkmıştı ve benim o tarafa dönmem gerekiyordu. Sıfır olmuştum, tek başına. Hiçbir değer ifade etmiyordum ve belirsizdim çoğu kez. Sıfır değilim şu an ama sıfırı da bırakmadım yanıma aldım bana değer katsın diye…