Günlük - 6

Beyin karmaşama çözüm bulmak umuduyla yazmaya karar verdiğimde günlük tutabileceğimi düşündüm.

yazı resim

Beyin karmaşama çözüm bulmak umuduyla yazmaya karar verdiğimde günlük tutabileceğimi düşündüm. Değişen düşüncelerimi, depoladığım deneyimlerimi ve yabancılığımın haritasını çıkartmayı planlıyordum. Çözüm beklemiyordum -aslında neden olmasındı- Sadece; eğer yazarsam beynimde uçuşup duran ve ruhumu ağırlaştıran düşüncelerin bilincinde olacaktım. Günlüğümde günü gününe olmasa da belirli aralarla değişen iç dünyam özetleniyordu. Kendim için yazdığım yazılar bile, çalakalem yazılmazlardı, içimden çıkartmaya çalıştığım gözlem ya da düşünce-herneyse- en yerinde kelimelerle, en iyi ifadesini bulmalıdır ki, somutlaştırmak için girişilen çabaya değsin.İyi bir ifade en az anlatılan şey kadar önemlidir. Çünkü duygu ne kadar derin olursa olsun, kötü bir ifadeyle bayağılaşması işten bile olmaz. İzinsiz okuyucular fikri ürkütücü olduğu için, özgürce yazabildiğimi söyleyemem. O zamanlar, hissettiklerimden ve düşündüklerinden utanmamam gerektiğini henüz bilmiyordum. prefix = o ns = "urn:schemas-microsoft-com:office:office" /

İşe yarıyordu, yazdıklarıma bakarak yıllar içindeki gelişimimi gözleyebiliyor ve yol katettiğimi söyleyebiliyorum. Yazmak tutku haline geldiğinde ise daha çok, deneme ve hikayeler yazmayı denedim.**

Bahsettiğim; beni okuma ve yazma zorunda bırakan, kafamda ve ruhumda herşeyin allak bullak olduğu dönemin ardından, kasırga sonrası dinginlikle birlikte, belki biraz şaşırtıcı ama; 'okumak veyazmak istemediğim' bir dönem geldi. Önceleri benim için yazmak ve okumak, yemek yemek kadar ihtiyaç olduğundan, kendimde gözlemlediğim yeni durumu çözümlendirmem zaman aldı. Yıllardır ulaşmak istediğim noktaya nihayet vardığımı düşündüm. Öyle ya, yıllardır, neyin ne olduğunu anlayabilmek için okuyordum. Okumadığım zamanlarda uğraşım, okuduklarımı yaşamaya çalışmaktı. Demek ki artık, neyin ne olduğunu nihayet öğrenmiştim de, okumaya gerek kalmamıştı, kendini beğenmeye pek hevesli benliğim belki de o 'soru sormaya gerek kalmayan dinginliğe' ulaşmış olabileceğimi düşündü, peki ama böyle birşey olabilir miydi? Böyle bir anlamlandırmadan sonra, neden gençliklerinde onca okuyan insanların yaşları ilerledikçe okumaz hale geldiklerini anlayıvermiştim. Bundan kolay ne vardı,'ihtiyaçları kalmıyordu'işte o kadar. Vardığım çözümleme bana büyük bir çıkmaz da sundu; Nasıl oluyordu da yaşları kaç olursa olsun ve fikri yapıları ne olursa olsun, aydın kesim hala okuma açlığı hisseden kesim olabiliyordu. Yaptığım hata, okumanın belirli bir amacı olduğunu sanmaktı, okumanın yaşam tarzı olduğunu henüz anlayamamıştım.

Edebiyattan gerçek manada anlayanlar gibi dilin kullanım güzelliği, kullandığı kelimeler ve ne kadar sıklıkta kullanıldıkları, yapılan kelime oyunları, yazarın hangi yazarlardan etkilendiği gibi yapıtın edebi kısmı değildir beni ilgilendiren. Evet, bunlar, benim de ister istemez dikkatimi çekiyor. Ancak hangi fikrin savunucusu olursa olsun 'Okumak yazarla yapılan bir sohbettir.' Okurken yazarı okumaya çalışırım. Yazarın hangi kelimeleri daha çok kullandığını tesbit ederken ilgilendiğim, neden o kelimelerin özellikle seçildiğidir. Yazarın hangi başka yazardan etkilendiğini öğrenirken, yazarımın etkilendiği yazarda ne bulduğu ilgilendirir beni.**

Yazmayı seçen hiçkimsenin, sadece para kazanmak için yazdığına inandıramazsınız beni. Yazan insanın, kendini ifade etmeye ihtiyacı vardır. Kitaplar benim için yazarın oluşturduğu dünyaya tanık olmak değildirsadece. Eskiden beri tutkum olan görünenin ardını görmek isteği, kitaplarla,insanlarla olduğundan daha kolaylaşıyor. Çünkü karşınızda kendini sergilemekten kaçınmayan birini buluyorsunuz.Yazmayı seçen biri buna istekli-dir. Kimi kitaplarda, bellibelirsiz ama her kitapta mutlaka,yazanı görürsünüz. Onun iç dünyasını, açıkça söylemek isteyip de söyleyemediklerini, takıntılarını, özlemlerini, mutluluklarını, mutsuzluklarını, fantazilerini, hayata bakışını görürsünüz. Bir polisiye romanda katilin kafasının çalışma biçiminde yazar saklıdır. Benim gibi okurlur için kitap konusunu yitirir çoğu zaman, artık karşınızdaki sayfalarda sadece yazılar değil, kimi zaman gülen, kimi zaman anılara dalmış, kimi zaman ağlayan, kimi zaman hüzünlü, kimi zaman da idealleri yüzüne aydınlık olarak yansımış bir yüz vardır. İşte okuma tutkum buradan kaynaklanır asıl. Kitap bittikten sonra ilk işim yazarın hayatını öğrenmek olur. Mutlu bir çocukluk mu geçirmiştir, gençliğinde idealleri nelerdir, ne kadarına ulaşabilmiştir, tüm eserlerinde insanlığa vermek istediği mesaj nedir ve hayatında bu mesajı önemsemesini gerektirin neler yaşamıştır? Bunları öğrendikten sonra artık herbir cümlede yatan gerçek manalara daha da yaklaştığımı hissederim ve onun ruhunu daha iyi okuyabilmek için tüm diğer eserlerini bir bir okumaya girişirim. Bunu yaparkengenellikle yazılma sıralarını takip etmeye çalışırım ki onun gelişimini takip edebileyim. Şunu belirtmekte fayda görüyorum, bu tür bir ilgi her yazara bol keseden dağıtılacak türden değildir. Önce yazar, benim ilgimi hak etmeli.**

Çocukluğumda hoşuma giden bir film seyrettiğimde babama mutlaka karakter oyuncusunun hayatta olup olmadığını sorardım. Babam bunu neden bilmek istediğimi asla öğrenemez, buna rağmen her seferinde doğru olarak cevap vermeye çalışırdı. Etkilendiğim karakteri oynayan artistletanışabilirsem - artık çok yaşlanmış, Amerikalı bir artist de olsa- hayalikahramana yakınlaşabileceğimi düşündüğümü babama nasıl anlatabilirdim. Artistin sadece rol yaptığını anlayamaz, hayatının bir döneminde o karakter olduğunu zannederdim sanırım. O aktörle tanışabilirsem kahramanın beyaz perdeye aksetmemiş derinliklerini görebilecektim. Elbette ki hiç birisiyle tanışmak için çabam olmadı, ancak her zaman hayali kahramanı kanlı canlı olarak tanıyabilme şansımın şöyle bir kenarda durmasından huzur duyardım. Sadece bu nedenledir ki babam yıllarca, "Baba; bu aktör hayatta mı? Kaç yaşında -bu soru da ölüme yakın olup olmadığını öğrenmek için soruluyordu-?" sorularıma hedef oldu.**

İnsanların yaptıkları şeylere gerçekten inandıklarını sanmanın çocukça saflığını çok sonraları anlamama rağmen, on kişi içinde bir kişi bile ideallerine baş koymuş olsa, onu atlamamak için büyüdükten sonra bile titizlikle, insanların yaptıkları ya da söyledikleri şeylere gerçekten inandıklarına aksi isbatlanana kadar inanmayı seçtim. Çocuk eğitimi üzerine ilk kitabını yazan Rousseu'nun kendi dört çocuğuna hiç ilgi göstermediğini, harikulade eserlerin yapımcısı Mozart'ın terbiyesiz kişiliğini öğrendiğimde, yağmurlu günlerde ıslanmasın diye bağrıma basarak yanımda taşıdığım, derslerde kaçamak okuduğum Andrei Gide'nin homoseksüel eğilimlerini öğrendiğimde, bir çok kişi gibi "Bana ne bunlardan, ben ortaya çıkardıkları eserlerine bakarım" diyemedim. Samimiyet-lerinden kuşku duyuyordum; 'Nasıl olup da kazandıkları derinlik kendilerindeki büyük kusurları tedavi etmeye yetmiyordu?' Durum böyleyken kendi adıma faydalanmayı nasıl beklerdim? Hele hele nasıl olup da böyle ruhların ideallerine bu kadar ters olabildiklerini ve birçoklarının da bunu normal kabul edebildiğini anlayamı-yordum.

Çocuk saflığımın sonlarına doğru fark etmeye başladığım hayatın gerçekleri beni Rousseu'dan da, Mozart ve Andrei Gide'den de uzaklaştırmıştı. Onlar her ne olursa olsun, hangi harikulade eserlerine tanık olursam olayım hiçbir zaman yapıtlarında sergilediği ruh yoğunluğunu hayatına taşıyan gerçek entellektüeller kadar etkileyemezler beni. Ama onları tanımam iyi oldu aslında, göründüğüm gibi olmam veya olduğum gibi görünmem gerektiğini öğrettiler bana.

Yorumlar

Başa Dön