Adını Gulit koymuşlardı köpeğin. Tüyleri altın sarısıydı. Kulakları dik bir Alman kurt köpeği idi. Sadece sahibinin elinden yerdi
yiyeceklerini. Başkası verdi mi yemezdi; bakmazdı bile. Hiç oralı dahi olmazdı.
Sahibi, onu, çok iyi terbiye etmişti. İnsancıldı. Kimseye zarar vermezdi. Ama sahibine zarar vermeye kalkışan olursa onu
kimse tutamazdı. En vahşi köpeklerden bile vahşi kesilirdi. O kadar bağlıydı sahibine. Bu nedenle Burhana kimse bir şey yapamaz, kimse bir şey
diyemezdi.
Sahibinin adı Burhandı. Burhan, köpekleri seven biriydi. Onları dost bilirdi. İnsanlardan ayırmazdı. Kendisi ne yerse
köpeğine de aynısını verirdi.
Gulitin ayrı bir yeri vardı yanında. Akıllı köpekti. Güzel köpekti. Görenin, ona sahip olmak istediği bir köpekti.
Defalarca kaçırılmasına rağmen, tekrar evine geri gelen bir köpekti. Mümkünü yok başka birinin köpeği
olamazdı. Gözünü açmış Burhanı görmüştü. Belki de ölene kadar başka birini görmeyecekti.
Köyde çocukların da maskotu haline gelmişti Gulit. Yoldan geçen çocuklar, ona bakmadan edemiyor, ona dokunmadan, onu
okşamadan, sevmeden yapamıyorlardı. Her çocuğun ağzında:
-Gulit gel! Gulit gel! Gulit! Gulit! Gulit!... gidiyordu.
Gulit, arada sırada koyun gütmeye de giderdi sahibiyle birlikte. Burhanın koyunları vardı. Her koyuna gittiğinde Guliti de götürürdü. Gulit
de sahibiyle birlikte koyun güderdi. Üstelik de çok mutlu olurdu. Gulit olduğu zamanlar, Burhan pek fazla yorulmazdı. Çünkü verilen bütün
komutları Gulit yerine getirirdi:
Gulit koş! Gulit, koşardı.
Gulit, koyunları çevir! Gulit, çevirirdi.
Gulit otur Gulit, otururdu.
Ne denirse Gulit, onu yapardı. Bu yüzden sahibi de fazla yorulmazdı. Onunla koyunlara gitmek, ovada yürümek, kır havasını
teneffüs etmek daha bir başkaydı.
Ne olduysa o gün oldu. Burhan, özel bir işi için Mağusaya gitti. Koyunlarına bakacak kimse olmadığı için annesi ovaya
götürecekti. Annesi, sert ve otoriter bir kadındı. Türk film yıldızı Aliye Rona karakterinde biriydi. Aklına düşeni yapardı. Düşüncelerinden kesinlikle taviz vermezdi. Çünkü ona
göre en doğruyu, en güzeli kendisi yapardı.
O gün koyunları aldı, ovaya otlatmaya götürdü. Yardımcı olur düşüncesiyle Guliti de yanına aldı. Nedense Gulit hiç gitmek
istemiyordu. Kulübesinde oturup, sahibinin gelmesini istiyordu. Burhanı bekliyordu. Adeta başına gelecekleri önceden biliyordu. Zorla götürüldü Gulit. Tasması kafasına geçirildi. Oysa sevmezdi tasmayı. Bundan hiç hoşlanmazdı. Çünkü özgürlüğü elinden alınıyordu. Her tasması bağlandığında Gulit, saatlerce havlardı. Onu susturmak
ne mümkündü? Sadece Burhan geldiği zaman susar, ona doğru koşar, yanına gelince de kuyruk sallardı. Burhan eğilir, elleriyle onu
okşar, tasmasını hemen oracıkta çıkarıverirdi. Çünkü köpeğinin dilinden çok iyi anlardı. Gulit, alışkın değildi böyle bağlanmaya.
Esaret demekti bu. Esaret de onun için ölüm demekti.
O gün tasması boynundaydı Gulitin. Ne zor durumdu bu, onun için. Koyunların ardından giderken usul usul, ayakları geri
gidiyordu. Çoban köpeği değildi o. Giderse de sadece sahibiyle giderdi. Alışmamıştı böyle şeylere. Hele de şu boğazındaki tasma denen nesneye. Gıcık oluyordu.
Neden boğazına geçiriliyordu sanki? Hayvanların da özgür olmak hakkı değil miydi? O da bu dünyanın bir parçası değil miydi?
O da Tanrının yarattığı mahlûklardan biri değil miydi? Öyleyse neden bu tasma takılıyordu? Neden özgürlüğü elinden alınıyordu?
Bu hak mıydı? Bu reva mıydı? Hayvanlara uygulanan çifte standarttan başka neydi bu?
O gün ovada verilen komutların hiç birini yerine getirmedi Gulit. Ne denildiyse yerinden dahi kımıldamadı. Oturdu öyle
miskin miskin. Yediği tekmelere de aldırış etmedi pek. Kafasına atılan taşlara da Kendisine verilen kemiklere de, yiyeceklere de rağbet etmedi. Küsmüştü
işte kendince. Dünya batsa umurunda olmayacaktı. Sahibi yanında yoktu ya; onun da tadı yoktu. Sahibi gitmişti ya; sanki onun da
ruhu onunla birlikte gitmişti. İnadı inattı işte. Hiçbir şeye karışmayacak, hiçbir denileni yapmayacaktı. Yapmadı da...
Öğle üzeri olmuştu. Kadın, torbasından azığını çıkardı. Domates, peynir, yumurta, zeytin gibi yiyecekler vardı torbada.
Bunlar çıkarıldı, yenildi bir bir. Karın da doyunca bir ağırlık çökmüştü kadına. Koyunlar da zaten karınlarını doyurmuşlar öğle
istirahatine geçmişlerdi. Bazıları yatmış geviş getiriyor, bazıları da oralarda dolanıyorlardı usul usul. Kadın da fırsat bilip uzanıverdi
oracıkta. Gözleri gidiverdi. Uyuyakalmıştı öylece...
Biraz sonra başka köpekler de gelmişti yanlarına. Onlar sinsi idi. Düşman idi. Kaç gündür aç geziyorlardı dağlarda. Şimdi
karınlarını doyuracak et bulmuşlardı ya saldırvereceklerdi zavallı hayvancıklara. Nitekim öyle de yaptılar. Saldırdılar, nerde güçsüz,
körpe hayvancık varsa üzerlerine.
Aman Gulit, yaman Gulit! Gösteriver kendini. Yem etme şu körpecik kuzuları, şu minnacık yavruları bu dağda gezen
başıboş hayvanlara.
Durur mu Gulit? Atmıştır miskinliğini üzerinden. Yem etmeyecektir sahibinin hayvanlarını vahşi köpeklere.
Saldırır o da hemcinslerine. Fırsat vermez onlara. Ama ne yaptıysa da; ne ettiyse de birini alamaz ellerinden. Kaptırır bir körpeciği zalim kurtlara.
Aç kurtlar, muratlarına tam eremeden Gulitin mukavemetiyle karşılaşır. Yenemezlerse de onu, bir tanesini yutuverirler
zavallı yavrunun. Arta kalanı bırakırlar oracıkta. Kaçarlar tekrardan dağa. Gulit, zavallı. Gulit biçare. Mağlup saymıştır kendini. Şu
zavallı körpeciği alamamıştır onların elinden. Kuzu leşi yerdedir şimdi. Gulit ise başında nöbetçi.
Kadın, uyanıverir derin uykusundan. Bir de ne görsün. Bir kuzusu yenivermiş. Yatıyor öyle sere serpe. Gulit, başında, sanki
karnını o doyurmuş. Kuzuyu oracıkta devirivermiş. Hain Gulit! Kalleş Gulit!
Kadın gördüğü manzara karşısında irkildi. Bütün sinirleri başına geldi.
-Ah Gulit! Zalim Gulit!
-Nasıl yaptın bunu? Nasıl kıydın bu zavallı körpe kuzuya?
-Bu kadar mı cani idin? Bu kadar mı vahşi idin? Yazık değil mi idi o, körpe kuzuya?
Kadın sinirini alamadı. Eline ne geçirdiyse savurdu Gulite. Gulitin başından taşlar yağdı. Sert sert topraklar yağdı. Kıçına ardı ardına tekmeler
savruldu. Vurdukça vuruyordu kadın. Hırsını alamadıkça vuruyordu. Hiddeti gittikçe artıyordu. Arttıkça da vuruyordu. Gulit, sessizdi. Masumdu. Anlayamamıştı
neden dayak yediğini. Onca taşı, onca tekmeyi neden yemişti? Suçu neydi? Nasıl bir kabahat işlemişti bilmiyordu. Kalkmak istedi yerinden. Kalkamadı. Bir şeyler
anlatmak istiyordu anlatamadı. Acı acı inledi sadece.
Kadın bununla da yetinmedi. Taş, tekme, sopa ne ile vurduysa alamadı sinirini. Yatıştıramadı kendini. Öyle ya, her şeyin doğrusunu o bilirdi. Her şeyin en güzelini o yapardı. Şimdi
yaptığı da doğruydu kendince. Ne yaptıysa öfkesini dindiremedi. Atamadı içinden. Soğuması gerekiyordu. Soğuyamıyordu.
Elini torbasına attı kadın. Kocaman bir bıçak. Değil bir köpeği, yetişkin bir insanı bile hemencecik deviriveren bir bıçak. Çıkardı. Eline aldı. Din, iman,
vicdan yoktu. Hepsi de oracıkta çıkıp gidivermişti kadının içinden. Acıma duygusu körelmişti. Sevgi namına zerre kalmamıştı içinde. Bir kin vardı. Gittikçe büyüyen,
büyüdükçe artan bir kin. En zalim bir düşmana bile gösterilmeyen, en kötü insanlara bile duyulmayan bir kin vardı.
O kinin esiri olmuştu kadın. Sanki ruhunu şeytana satmıştı. Önünde yatan bir melek parçasıydı sanki. Sessiz, konuşmayan, hareket etmeyen, mazlum bir
melek parçası. Şeytan emretti kadına:
-Vur!
Kadın, tuttu köpeğin ayaklarını, vurdu bıçağı boğazına. Sıcacık, sımsıcacık kan fışkırdı boğazından köpeğin. Mazlumdu, zavallıydı. Ne yapmıştı,
ne etmişti de böyle acı bir sonu hak etmişti?
Sahibi geldi gözlerinin önüne. Biricik dostu. Vefalı arkadaşı. Ah ne vardı beni böyle koyup gidecek? Şu zalim kadının eline bırakacak? Ne vardı
sanki kendisini de götürseydi gittiği yere. En çok da onu düşündü, şu son anlarında. Gözlerinden yaşlar geldi köpeğin. Ağlıyordu. Bir insan gibi ağlıyordu.
Ne yapacaktı şimdi Burhan onsuz? Birbirlerine de o kadar alışmışlardı ki? Arttık dünyanın da bir anlamı kalmıyordu. Peki, öbür tarafta ne olacaktı? Kendisi gidiyordu.
Sahibi olmayacaktı. O geride kalıyordu. Gözleri yaşlar içinde kapanmaya başladı. Daha hiç bu kadar mazlum olmamıştı. Hiç bu kadar çaresiz, hiç bu kadar kimsesiz,
hiç bu kadar sessiz olmamıştı. Yığılıp kalıvermişti Gulit olduğu yere.
Oracıkta öyle bıraktı kadın köpeği. Akşama doğru koyunlarını alıp köyün yolunu tuttu.
Burhan, evde bekliyordu. Geldiğinde Guliti evde bulamamıştı. Bulamamıştı ya içine bir alev düşmüştü. Neredeydi? Kiminleydi? Ne yapıyordu?
Biraz sonra anası geldi. Öğrendi acı gerçeği:
-Anaaaaaaa! diye haykırdı Burhan. Sen ne diyon? Sen ne yaptın ana?
Arabaya atladı Burhan. Hemen ovaya koştu. Bir köşede yığılmış gördü Gulitini. Yerde yatan bir köpek değildi. Burhanın kendi canıydı. Hayatıydı.
Şimdi canı da, hayatı da elinden alınmıştı. Kıvranmış yatıyordu yerde Gulit. Belli daha ölmemiş can çekişiyordu. Gözlerinde yaşlar vardı zavallı hayvanın.
Belli ki ağlamıştı. İnsan gibi içlenmişti.
Ağladı Burhan da onu öyle görünce. Beddualar etti anasına. Haykırdı. Lanetler okudu.
-Ellerin kırılsın ana! Dünyan başına yıkılsın ana! Nasıl kıydın, nasıl yaptın bunu ana?
-Senin oğluna bunu yapsalar, napardın ana?
-Senin canını yaksalar ne ederdin ana?
Beddualar, beddualar yağdırdı. Sonra neden pişman oldu söylediklerinden. Ne de olsa anasıydı. Varlığının tek sebebiydi. Onu dünyaya getirendi.
Analara dil uzatılmaz, laf söylenmezdi. Özür diledi Yaradanından. Kendisini affetmesini istedi.
Gulit için yapacak artık bir şey yoktu. Daha fazla acı çekmesini önlemek gerekiyordu. Burhan cebinden tabancasını çıkardı. Yaşlı gözlerini
kapadı.
- Affet beni Gulit! diyebildi.
Kısa bir süre sonra gökyüzünün sessizliğini bir el silah sesi bozdu:
-Bang!