Ne kadar da arabeskleşmişti son günlerde. İçtiği o şeylerden olsa gerek; Oniki yıllık bir viski miydi böyle bir ruh haline girmesine sebep? Yapmayacaktı. Yazdıklarına son bir defa daha göz ucuyla baktı ve yazdığı kağıdı avucunun içinde buruşturup attı odanın en karanlık köşesine... Bütün bu yazdıklarını gidip ona söyleyebilirdi hem de tek bir solukta. Ama o aklı başında biriydi ve öyle de kalmalıydı. Bir duş alıp, lavanta kokulu giysilerini giyindi ve çantasını alıp ardından kapıyı kapadı. Artık ev kimsesiz kalmıştı. Evi gün boyu sürecek olan sessizliğine bırakıp merdivenleri ağırdan alarak inmeye başladı. Yarısı cam diğer yarısı demir olan sokak kapısını açıp gürül gürül akan sokağa attı kendini. Sokak kapısında duran arabasına yöneldi. Bir an onu arabasının içinde görür gibi oldu. Sanki şoför koltuğunda oturmuş kontağı çevirirken O’na gülümsüyordu. Selim’in bu gülümseyişi belleğinde kalan son resmiydi. O’nu vapur iskelesinde bırakırken yine aynı şekilde gülümsemişti. Sabahın taze rüzgarını içine çekti. Kontağı çevirdi ve hemen oto teybine yöneldi eli. Bu hareketi , sanki bir sanatçının piyano tuşlarına basmadan önce parmaklarının hareketi gibi ahenkli ve zarifti. Hep aynı radyo kanalını dinliyordu; kesintisiz müzik. Müziğin ritmine uyarak yavaşça gidiyordu. Bir an düşündü ; “Nereye gidiyorum ben?” dedi kendi kendine. Radyoda çalan şarkı bitmiş ve kısa bir sessizlik olmuştu. Bu sessizlikler O’nun kaçamaklarıydı. Bunu hep yapardı; Bazen denize koşar, bazen Denizlere götürürdü. Deniz, onun dünyadaki en sevdiği varlıktı. Akıllı, duyarlı ve sevecen biriydi. Bunların hepsini bir kişide bulmak şanstı onun için. Hem de zevkliydi onunla saatleri geçirmek. Telefon etti telefonu açan Deniz’di. Ritüelsiz bir ilişkiydi onlarınkisi.
-Alo dedi Sıla, uzun üç harfli bir sözcüktü.
-Efendim Sıla
- Deniz ya ! Ben sana gelecektim ama şimdi aklıma geldi, Hay Allah!” durakladı, derin bir nefes aldı, aniden,
-Kahretsin! dedi, sonra sustu Sıla. Bir anda gelivermişti aklına herşey. Çabucak düşündü ve konuştu tekrar;
-Ya ben hastaneye gidecektim. Şu an yoldayım ve sana gelmek üzereydim. Karıştı şimdi herşey soluk alışı hızlanmıştı,
-Dur bir dakika, telaşlanma hemen. Senin için ne yapabilirim? dedi Deniz soğukkanlılıkla.
Sıla, ondan Fransız Hastanesini arayıp kendisi için randevu almasını istedi. Randevuların akşam 19.30 da sona erdiğini de ekledi. Hızlı davranması gerekecekti Deniz’ inde , onun da. Şimdi hastaneye gitmek de nereden çıktı? Düşünceler beyninden öyle hızlı akıyordu ki, atladığı bir şeyler var mı diye seslice düşündü. Bugüne kadar evden nereye gideceğini bilmeden çıktığı çok olmuştu ama hastaneye gitmek onun aklına gelebilecek en son şeydi. Ama son anda aklına gelivermişti. O gülümseyişin sıcaklığı içini ısıtırken esen kuzey rüzgarı şok etkisi yapmış ve birden doktorun onu önceki gün öğle üzeri aradığını ve tahlil sonuçlarını konuşmak üzere randevu alması için hastaneyi araması gerektiğini anımsamıştı. Deniz hastaneyi aramış ve ona randevuyu almıştı bile. Aldığı o günün son randevusuydu. Arabasını Fransız Hastanesi’nin arkasındaki Salkım sokakta park etti. Arabadan indi ve kapıları kitledi. Sokağı boylu boyunca geçmemek için, hemen kestirmeye yöneldi. Bu kestirme yolu iyi bilirdi. Hatta şehirde bildiği bir çok kestirme yol vardı. Öğrenciliğinde aylak aylak dolaşırken bu dar yol nereye çıkar diye girip kimsenin bilmediği yollara çıkmanın zevkini yaşardı. Ama şimdi buradan geçerken ürperdi. Yarı aydınlık bu dar geçit iki blok arasındaydı. Geçidin bitiminde bir karartı farketti. Yarıladığı yoldan geri dönmek işine gelmiyordu. Eğer dönerse, yol uzayacak, randevuya yetişemeyecekti. Oysa başka zaman hastaneye gidemeyeceğini de biliyordu. Temkinli adımlarla ilerledi. Karartı gittikçe belirginleşmeye başlamıştı. Saçları tel tel olmuş, gözlüklü ve hafif göbekli bir adamdı ilk bakışta gördüğü. Daha da yaklaştıkça bu adamın askeri üniformaya benzer giysiler içinde biri olduğunu anladı. Biraz daha yaklaştı ve durdu. --İyi akşamlar dedi. Bunu söylerken korktuğunu belli etmemek için gülümsemişti Adam cevap vermedi, dik dik bakıyordu. Öyle bir sessizlikti ki bu; sanki sokak, şehir neredeyse tüm evren durmuştu. Birden geçidin karşısındaki bir çöp kutusundan kediyle birlikte fırlayan konserve kutusunun yere çarpma sesiyle irkildi ve adama sert bir bakış fırlatmaya çalışarak;
-Müsaade eder misiniz? dedi.
Adam yolundan çekilivermişti, bu hareketi o kadar kayıtsızdı ki, sanki o da yeni uyanmış ve aklına gelen bir rüyanın parçalarını birleştirmeye çalışıyormuş gibi dalgındı. Buna rağmen bizim kızın blöfünü görmüş, gülümsemişti.
Üstelik gülümserken ince dudaklarının arasından
-Pardon deyivermişti. Kaşlarını bir palyaço edasıyla yukarı kaldırmış,
-Küçük hanım nereye gidiyorsunuz? derken ses tonuna bir parça ciddiyet eklemişti. Sıla o an anladı adamın göründüğünden daha yaşlı olduğunu ve hatta korkacak birşeyin olmadığını.
-Fransız Hastanesine dedi ve sustu.
-Soldan ineceksiniz, dikkatli olun derken işaret parmağını sol tarafa doğru uzatmıştı yaşlı adam.
-Teşekkür ederim, yolu biliyorum dedi Sıla ve yaşlı adamın onu ardından süzdüğünü hissetse de dönüp bakmadı. Bu yaşlı adamın o geçitte aniden ortaya çıkması, gelip geçeni korkutup, taciz etmesi, kendine bu yaşta uğraşacak başka zevk araçları bulamıyor olma olasılığı Sıla’nın içini acıtmıştı.
Sıla, hastanenin girişine gelmişti bile. Fakat kestirmeden hastaneye girebilmesi için bir duvarın üzerinden atlaması gerekeceğini bilmiyordu. Hastanenin bahçesiyle kestirme yolu birleştiren duvarın dibinde bir dut ağacı vardı. Bu yaşlı ağacın, dar geçidi kullananları aşağıya indiren bir merdiven edası vardı ; gövdesini bu gaye için yaslamıştı duvara, hatta dallarını bile bu görev için aşağı doğru uzatmıştı. Sıla dut ağacının en uzun dalına tutundu ve...
Evlerinin bahçesindeki dut ağacı geliverdi aklına . “Sırt delen” dedikleri ve ağacın gövdesinin ikiye ya da üçe, hatta dörde ayrıldığı yerde, dalların birinde Sıla diğerinde Selim karşılıklı oturur ve sabahlara kadar ne konuştuklarını şimdi hiç hatırlamadığı koyu muhabbetlere girişirlerdi. Bu sohbet her zaman, güneş tepenin ardından ilk ışıklarını usulca yeşil ekinlerin üzerine doğru uzatınca ve aynı anda horozların günün ilk uzun ötüşünden sonraki birkaç dakikalık sessizlik seremonisi başladığı anda bitiyordu. Sırtlarındaki ağrıların geçmesi epey zaman alıyordu ama ikisi de bu zevke değdiğini düşünüyorlardı. Onu geçmişe götüren düşünceleri neredeyse bir dakikadır asılı kaldığı tırtıklı dalın avuçlarını sızlatmasına sebep olmasına rağmen, bizimkinin kendini yere bırakmadan önce, öne arkaya sallanmasına engel olamamıştı. Sıla’nın zirzopluğu en güzel renklerle boyanmış resimli kuşe kağıda basılı komik masallarda bile rastlanmayan türdendi. Gülümsüyordu, ağacın dalında geçen bu an onu çocukluğuna, o mutlu anılarına götürdüğü için....
devam edecek...