Dünya tarihine bakacak olursak devrimler her zaman toplumların büyük bir evrim geçirmesine, radikal değişimlere, ileriye doğru bilimsel ve kültürel büyük atılımlar yapılmasına önayak olmuşlardır.
Hangi koşullarda olursa olsun, devrimler geriye doğru, ya da, dinci yapıda olamaz. Bugün Türkiye’de şeriatçılar ayaklanıp Osmanlı taklidi bir teokratik devlet kursalar, buna devrim diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Neden? Çünkü bu bir geriye yöneliştir, yani karşı-devrimdir
Geriye gidişin bir numaralı nedeni olan din, hiçbir zaman toplumları ileri götüren bir etmen olmamıştır. Din her zaman gericiliğin, tutuculuğun, kitleleri uyutmanın, pasifize etmenin, bir lokma bir hırkaya şükretmenin aracı olmuştur.
İşte, bu nedenle, “İran İslam Devrimi” demek çok yanlıştır. Çünkü yapılan kesinlikle bir devrim değil, ancak, gericiliğin ve şeriat düzeninin pekiştirilmesidir.
1789 Devrimi sonucunda Fransa’da despotik krallık yıkıldı ve cumhuriyet kuruldu. 1917 Sovyet ve 1923 Türk Devrimleri de despotik yönetimleri yıktılar, cumhuriyet ve demokrasinin yolunu açtılar. Kötü mü oldu? Devrim sürecinde yapılan yanlışlıkları ön plana çıkararak devrimleri kötülemek mantıklı bir yaklaşım mı? Fransa’da halk “ekmek-ekmek” diye haykırırken “neden pasta yemiyorsunuz” diye tiye alınmadı mı? Çarlık Rusya’sında katledilen halk pek mi mutluydu? Osmanlı yönetiminde millet refah içinde miydi? Sanayimiz ne durumdaydı?
Tunus, Mısır, Arnavutluk ve en son Ürdün’deki gelişmeleri/ayaklanmaları “devrim” diye nitelemek için henüz çok erken. Üstelik bu ayaklanmalar ABD-İngiltere-İsrail trilojisinin arka bahçesindeki temizlik operasyonu gibi görünüyor. Onun için Obama Ankara’yı arayıp sen karışma diyor. Çünkü, günümüz dünyasında tarihsel diyalektik gelişimden çok, küresel güç odaklarının aldığı kararlar ve bunların siyasal yeğimleri tarihsel gelişmeleri belirliyor gibi. Yani halk belirleyici değil, belirlenen durumda. Kitleler kendilerini medya ile güdüleyen ve yönlendiren güç odaklarının istek ve tercihlerini yansıtan bir konumda.
Buna en güzel örnek Türkiye değil mi? Türban takın, kara çarşaf giyin diye bir baskı var mı? Yok, ama kadınların yeğimleri belli bir yöne doğru kayıyor. Demek ki, “mahalle baskısı” dediğimiz gücün arkasındaki asıl güç, mahalleliyi o yöne doğru yönlendiren ve güdüleyen görünmez güç odakları.
Mısır’daki olaylara bu gözle bakmak gerekir sanıyorum. Kitleleri yönlendirmek küresel güç odaklarının elinde. Ve tabi İslam ülkelerindeki kargaşadan kim yararlı çıkıyor sorusunu sormalıyız. Kim kazançlı çıkıyorsa perde arkasındaki odur.
Fakat şurası kesin: Despotik İslam devletlerinin devrilişi Büyük Türkiye daha doğrusu Osmanlılaşma, Neo-Osmanlıcılık, Osmanlılaştırma hayallerinin de sonu olacaktır. Bu durumda yeni kılıflar, yeni senaryolar, yeni düzenekler devreye sokulacaktır.
Türk halkı dünyadaki tek ahlaki değerin din olduğunu sanmakta ve tüm gücüyle dini istismar eden bir yönetime destek vermektedir. Oysa çağdaş ahlak veya evrensel ahlak dinsel ahlaktan çok daha üstündür. Çünkü, her şeyden önce cinsiyet ayırımı yapan, insanları kafir, münafık, mümin diye bölen ve ergenliğe bile varmamış küçük kızlarla evlenmeye cevaz bir din ne hakla ve ne cüretle ahlaktan bahsedebilir? Bu halk nasıl oluyor da bunun ayırdına varamıyor? Arabistan ve İran’da taşlanarak öldüren kadınlardan da mı haberiniz yok?
İslam ülkeleri demokrasiye yönelmeye çabalarken, bizim eşbaşkanlık veya başkanlık sistemine geçerek demokrasiyi rafa kaldırma ve bir korku imparatorluğu yaratma girişimlerimiz çok acıklı bir rastlantı olarak gözükmektedir. Küresel dünyada Türkiye’nin değişimin aktörü olması gerektiğini ya da olduğunu ileri süren akil adamlara soruyorum: Aktör “artist, oyuncu” demek değil midir? Biz oyuncu isek, yönetmen kim? Siz ülkeyi “artist” yapacağınıza niye “yönetmen” yapamıyorsunuz?