Kumsalda yürümek ne kadar yoruyor! Hâlbuki daha yarım saat bile olmadı yürüyüşe çıkalı. Atıverdim kendimi yere. Ayaklarımın isyanını hissedebiliyordum.
Sırtüstü uzandım. Bir aydır bu mütevazi kasabada, deniz kenarındaki, küçük, ahşap evimde kalıyorum; gökyüzünün bu kadar güzel göründüğünün farkına varmamıştım. Elimi uzatsam yıldızları toplayabileceğim sanki. Biraz ters tarafta ama benim yıldızımı da görebiliyorum. Diğerlerinin yanında biraz sönük kalmış fakat sıradan – benim için sıradan – gecelerdeki büyük yıldızlar kadar parlak şimdi.
Ve Ay. Bu muhteşem manzaranın mimarı edasıyla denizin biraz üzerindeki tahtından şaheserini izliyor sanki. Tabi mehtabını esirgemiyor denizden. Deniz ise onu cömertçe sunuyor.
Deniz… Ne diyebilirim ki? “ Aşıklar, birlikte sahilde oturup denizi izlemeyi çok severler. Çünkü aşklarının deniz kadar sonsuz olduğunu düşünürler.” der yazar. Ben ise yalnızlığımı görüyorum denizde. Önceden deniz avuturdu beni gözlerinin yokluğunda. Şimdi, yüzüme vuruyor yalnızlığımı.
Uzaklarda bir deniz feneri. Görevi karanlıkta yolunu kaybedenlere yardım etmek değil midir zaten? İşte, yanıp sönen ışığıyla bir şeyler fısıldıyor. Evet, hatırlıyorum, Horatius’un dizeleri;
“ Niçin başka güneş, başka toprak arasın? Yurdundan kaçmakla kendinden kaçar mısın? “