Céline ile Gecenin Sonuna Yolculuk

Gecenin sonunda ışıklar söndüğünde bir cümbüş başlar...

yazı resim

1894 ve 1961 yılları arasında yaşamış Louis-Ferdinand Céline’nin gerçek ismi Louis-Ferdinand Destouches. Kendisi bir Fransız, hem doktor, hem de yazar. İki dünya savaşı görmüş geçirmiş, birincisine katılmış birisi olarak 20. yüzyılın karamsar yazarlarından bir tanesi. Pek çok ülkeyi gezen Celine şüphesiz ki edebiyata getirdiği yenilikler bakımından 20. yüzyılın en iyi yazarlarından.

Celine’yi hatırda kalan bir yazar yapan nedir diye sorarsanız, üç nokta ile sonlandırılmış “bitmemiş” cümleleri ve argo, günlük konuşma dilini edebiyatın içine sokabilmesidir diyebiliriz. Zaten kitabın Y.K yayınları için Türkçe çevirisini yapan Y. Bener’in en zorlandığı şey, günlük konuşma dilini yazıya geçirmeye hayli uğraş veren Celine’nin bu uğraşının aynısını Türkçe için yapması olmuş. Bu yüzdendir ki Celine’yi Türkçe okumak için bir 70 yıl beklemek gerekmiş. Celine sözcüklerle oynamayı, bitirmeyerek onları sonsuza kadar yaşatmayı, her birinin içine inatçı bir isyankarlık serpmeyi çok iyi biliyor. Bu yüzden roman kahramanı Bardamu kimi zaman Camus’un Meursault’una benzerlik taşısa da, Neitsche’yi hiç okumayan Celine’nin hiççiliği çok daha isyankar diyebiliriz. Bu yüzden hiççilik, varoluşçuluk ve isyankarlık birleşince romanın arka planında işleyen dram okur için çok daha kabul edilebilir ve “normal” bir hal alıyor. Bir de kitapta tüm özel isimleri dikkatle okumanız gerekiyor, zira o ismin yanındaki yıldızın işaret ettiği gibi özel çağrışımlar ve kelime oyunları içerir.

"İşte böyle başladı" diye romana başlayan Celine, kahramanını Birinci Dünya Savaşı'ndan Afrika'daki Fransız sömürgelerine, oradan Amerika'ya, derken Paris'in varoşlarına ve gecenin sonuna kadar uzanan ürpertici bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculuk acımasız, kanlı, hastalıklı, yoksul, yaralı, ölümlü, insanı bir “et parçası” yapacak kadar vahşi ve alabildiğine lirik… Kahraman akıntıya kapılmış bir yaprak, “Ben hiçbir şey yapmadım, her şey kendiliğinden oldu,” diyecek kadar samimi. Ama bu akıntıda gitmenin bile bir özgürlük içerdiğini hayatın anlamının savaşlarda olmadığını, eğer gecenin sonu (ölüm) gelecekse bu sona savaşarak paramparça olarak gitmenin hayata bir anlam katmadığını hisseden birisi…

Celine, olmaması gerekeni çok iyi gösterdiği için, romanı bitirdiğinizde de neyin olması gerektiğini tersinden hissettiren birisi. “Yüksek Avrupa Kültürü”nü savaş zamanlarındaki “yüksekliğini” çok iyi sorgular Celine. Sağ kalma mücadelesinde, pek çok kişinin nasıl Hannibal olmaya başladığının izleğini sunar. Bunlar belki çok uç tanımlamalar gelebilir, Bardamu’nun ağzından anlatılan romandaki pek çok fikre (daha doğrusu olaylara karşı tepkiye) katılmayabilirsiniz. Ancak zaten önemli olan bu değil; Bardamu size bir dünya görüşü kazandırmaya çalışmıyor. Kendisinin bu fikir ve düşüncelere, tavır ve tutumlara hangi koşullar altında yelken açtığını dolambaçsız biçimde ifade ediyor, hissettiriyor.

Bu romanı okuduğunuzda hayat bir imge olmaktan biraz daha uzaklaşıyor sanki. Gerçekler, insanlığın halleri önünüzde simgesel dilden uzak, bir duvar gibi önünüze dikiliyor. Bardamu’ya bakıyorsunuz, o neler yapmış, doğru mu yanlış mı yapmış; Ben olsam ne yapardım? diyorsunuz. İşte Celine turnusol kağıdı gibi bir roman yazmış. Okuduğunuzda kim olduğunuzu biraz daha anlıyorsunuz.

Sahi ya, herkesin can çekiştiği bir ortamda siz ne yapardınız?

Celine, Gustave Flaubert, Guy de Maupassant, Léon Daude gibi yazarlardan etkilenmiş.

Jean-Paul Sartre, Henry Miller, William S. Burroughs, Kurt Vonnegut, Billy Childish, Irvine Welsh, Charles Bukowski, Philip Roth, Cara Hoffman gibi yazarları etkilemiş.

TADIMLIK

“Bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. ‘Senden nefret ediyorum. Sana tapıyorum.’ Yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. Öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır.”

Hiç de öyle değil! Senin ırk dediğin şey, alt tarafı, açlıktan, vebadan, urlardan ve soğuktan kaçarak, yedi düvelin sillesini yedikten sonra gelip kendini burada bulmuş, pirelenmiş, gözü çapaklı, götü donmuş, bana benzeyen koca bir çulsuzlar yığınından ibarettir. Denize dayandıkları için daha öteye gitmeleri zaten imkansızdı. Fransa budur işte. Fransızlar dediğin de budur.

Derken epeyce bir yürüdük. Sokaklar geç geç bitmiyordu, taraçalar, istasyonların önü, kiliseler tıklım tıklım, hepsi de alkış kıyamet bize destek veren, çiçek atan siviller ve karılarıyla doluydu. Ne de çok vatansever varmış! Derken vatansever sayısı gitgide azaldı… Yağmur yağdı, yol boyunca alkışlar da gittikçe azaldı, sonra da tamamen kesildi, tek bir tane bile kalmadı. “Kısacası eğlence bitti,” dedim kendi kendime…

Özenle hazırlanmış cenaze törenleri sırasında da herkes pek üzgündü elbette, gelgelelim insan yine de konulacak mirası, yakın zamanda çıkılacak tatili, alımlı ve söylenene bakılacak olursa ateşli dulu düşünmeden de edemiyordu, hâlâ yaşamını sürdürmeyi de, inadına, uzunca bir süre, hatta belki asla gebermemecesine. Kim bilir?

İşçilerin bu leş gibi yağ kokusuna, genzi yakan ve kulak zarlarınıza içeriden saldıran bu buhara sonsuza kadar son vermek yerine, onlara mümkün olan tüm hazları verme niyetiyle makinelerin üstüne eğildiğini ve art arda civataları ayarladıklarını görmek mide bulandırıcıydı. Boyun eğmiş olmaları bir utanç değildi. Gürültüye bir savaşa teslim olur gibi teslim olursunuz. Makinenin başında kendinizi kafanızın üstünde dingildeyen üç düşünceye bırakırsınız ve bu sonunuz olur.

Geridekiler savaşanların mirasına konuyordu, şan şöhret ve buna kahramanca, acı çekmeden katlanmanın yolları çabucak öğrenilmişti.

Cenazeyi izlerken, herkes sizi şapkasıyla göstere göstere selamlar. Hoş bir şeydir bu. Zaman artık terbiyeli davranma, saygıdeğer görünme, yüksek sesle gülmeme zamanıdır, yalnızca için için sevinebilirsiniz. Buna izin var. İçinden olursa her şey serbest.

Savaş zamanında, asmakatta dans edileceğine, mahzenlerde dans ediliyordu. Savaşanlar buna daha rahat katlanıyorlardı, bu işi seviyorlardı. Gelir gelmez istedikleri buydu, kimse de bu tavırları kuşkulu bulmuyordu. Aslına bakılırsa kuşku uyandıran biricik şey kahramanlıktır. Kendi bedeniyle kahramanlık? Oldu olacak yem olarak oltanın ucuna takılan solucandan da kahramanlık yapmasını talep edin, ne de olsa o da bizim gibi pembe, soluk ve gevşek.

Bana gelince, artık halimden şikâyetçi değildim. Hatta kazanmış olduğum askeri madalya, yaralanmam falan filan sayesinde özgürleşmekteydim bile denilebilir. Nekahet dönemindeyken getirmişlerdi bana madalyayı, hem de hastaneye kadar. Hemen o gün, tiyatroya, madalyamı sivillere göstermeye koştum, aralarda. Bayağı etkileyici oldu. Paris'te görülen ilk madalyalardı bunlar. Olay yaratmıştı!

Takdir edilmek ve saygı görmek için, yangından mal kaçırırcasına sivillerle iyi dost olmak zorunda kaldım, çünkü savaş ilerledikçe onlar, geride, gitgide daha adileşiyorlardı. Paris'e döndüğümde bu durumu hemen anladım, bunun yanı sıra, karılarının iyice kızıştığını, ihtiyarların çenelerinin düştüğünü, bir de ellerin sağda solda, onun bunun götünde, ceplerinde dolaştığını anladım.

Sözünü ettiğim dönemde herkes Paris'te kendi küçük üniformasına sahip olmak istiyordu. Üniformasız kalan bir tek tarafsızlarla casuslardı, onlar da zaten neredeyse aynı kişilerdi. Lola'nın da vardı kendi resmi üniforması, hem de gerçek, çok sevimli bir üniforma, kızıl haçlarla süslenmişti her tarafı, kol ağızları, dalgalı saçları üzerine hınzırca hep yan yatırarak yerleştirdiği minnacık polis beresi. Otel müdürüne sır verir gibi söylediğine bakılırsa, Fransa'yı kurtarmak için bize yardım etmeye gelmişti, tabii gücünün yettiği kadar, ama tüm yüreğiyle! Birbirimizi anlamakta hiç güçlük çekmedik, ne var ki tam olarak anladık da denemez, çünkü yürek gücüyle yapılan işler bana bayağı sevimsiz gelmeye başlamıştı. Beden marifetiyle yapılanları yeğliyordum, mesele bundan ibaret. Yürek gücünden olabildiğince uzak kalmakta yarar vardı, bunu bana iyi öğretmişlerdi, savaşta, hem de nasıl! Bu dersi unutmaya da hiç niyetim yoktu.

Lola'nın yüreği yumuşacık, zayıf ve coşkuluydu. Vücuduysa pek tatlı, pek muhabbetliydi, haliyle ona olduğu gibi, yani tümüyle sahip olmam gerekmişti. Aslında iyi kızdı Lola, ancak aramıza savaş girmişti, insanlığın yarısını, muhabbet olsun olmasın, öbür yarısını mezbahaya yollamaya yönelten o rezil müthiş hınç. Öyle olunca, bu tür bir saplantı, kaçınılmaz olarak ilişkilerde sorun yaratıyordu. Nekahet dönemini olabildiğince uzatmaya kararlı olan ve çarpışmaların ateşli mezarlığındaki nöbet sırama dönmeye hiç niyeti olmayan bendenizin gözünde, katlimizin saçmalığı, kentte attığım her adımda daha da çarpıcı olarak belirginleşiyordu. Her tarafı inanılmaz boyutta bir hinoğluhinlik sarmıştı.

Ancak bu kapandan kurtulma şansım yok denecek kadar azdı, yırtabilmek için gerekli ilişkilerin hiçbirine sahip değildim. Tanıdıklar listemde yalnızca yoksul insanlar vardı, yani ölümleri kimsenin umurunda olmayan insanlar. Lola'ya gelince, paçayı sıyırmama yardım etmek için ona güvenilemezdi. Öyle bir hemşireydi ki o, bu tatlı çocuktan daha savaşkan bir yaratık --belki Ortolan dışında-- düşlemek dahi olanaksızdı. Daha önceden kahramanlıkların çamur bulamacına batmamış olsaydım, onun o sevimli Jeanne d'Arc havası beni belki heyecanlandırır, imana gelmemi sağlardı, ancak, Place Clichy'de askere yazıldığımdan beri, her türlü sözel ya da gerçek kahramanlık bana artık dehşetengiz ölçüde itici geliyordu. İyileşmiştim, tamamen iyileşmiştim.

Başa Dön