Vakit gece yarısını çoktan geçti, gözlerimde uykunun zerresi yok...
Buğu yapmış cama yaslayarak alnımı seyrediyorum yıldızları...
dışarıyı ve insanları...
Yaza söz kesmiş bir gece yaşanıyor İstanbul’da; ben oturmuşum yüreğimin sandalına bir senaryo yazıyorum buğu yapmış cama yasladığım beynimin içinde.
...
Heryer gelinlik giymişcesine bembeyaz kır çiçekleriyle kaplı. İnceden bir yağmur çiseliyor sevdalar şehri İstanbul’a. Çiçeklerin narin yapaklarından sarkıp toprağa düşüyor bir bir yağmur damlacıkları.. tekrar yeşerebilmek uğruna, yok olan umutlar gibi..
Aniden bir gözyaşı bir hıçkırık bölüyor dalgınlığımı..
Ağlıyor içimdeki çocuk, yolunu bulamamış karanlığın içinde. Yıldızlar küsmüş, ay küsmüş aydınlatmıyormuş yolunu.. ağlıyor, korkuyor ümidini kesmiş karanlıktan, kendi haline bırakmış.. sabahı bekliyor.. güneşi-ni bekliyor.
Oysa biliyorum ki o yıldızsız aysız gecelerde de yolunu bulabiliyordu, onun hiç güneşi olmamıştı ki, ay ve yıldızlarla ezelden küskündü zaten, hiç aydınlatmamışlardı ki yolunu...
Bu tedirgin ve ürkek bakışları hiç görmemiştim daha önce. Yediği darbelerin izini yüreğimde hissederdim de gözlerinde bulamazdım bir türlü. Dağlardan inmiş eşkıya edasıyla dolanır yolunu bulurdu.
Ne tuhaf!
Neydi bu geceyi farklı kılan, neydi onu bu kadar ağlatan, korkutan... Karanlıktaki algılarına ne olmuştu ki? Bulmak zorunda olduklarını aramaktan vaz mı geçmişti.. yoksa tüketmiş miydi onu bunca yorgunluk?
“Ağlama çocuk, sil gözyaşlarını yeter içimi üşüttüğün” diyorum..
Hiç susmayacakmış gibi başlıyor anlatmaya;
Gözyaşlarımı avuçlarımda sakladım görme diye, sessiz çığlıklarımı martılar duydu bir sen duymadın... Yüzümü avuçlarının arasına alıp, gözbebeklerime hiç baktın mı? Hep bekledim dizelerin şairleri beklediği gibi; ama sen gelmedin..
Yoruldum artık!
...
“Karanlığın içinde, yol bulamadım bu gece!..”