Şu anda bunları okuyor olman kaderinde olduğu için mi okuyorsun bunları? Yoksa ben bir şeyler yazdığım ve sen hasbelkader bunu okumayı seçtiğin için mi okuyorsun? Yani senin kaderini, bu anlamda ben mi yazmış oldum. Yoksa senin aklında bu fikirler canlansın diye bana ilham gelmiş ve bunları kaleme almışım ve böylelikle benim yazı yazma kaderimi sen mi yazmış oldun? Bu okuduğun cümleler bana ait gibi duruyor olabilir, ama senin zihninde canlandığı müddetçe senin aklından geçirdiğin, başkasının ürettiği fakat senin aldığın fikirler olurlar. Yani elmayı bahçede ben üretmiş olabilirim, ama bu elmayı yiyen sensin. Peki molekülleri şu an senin vücudunda gezinen bu elma nasıl benim olabilir, yada ne kadarı benimdir ki?
İnsanlar okurken genelde yazarın sesini duyarlar. Bu ses nereye kayıtlıdır peki? Senin zihnine mi yoksa bu kağıt parçasına mı? İşte siz bu kelimeleri kağıttan okuyorsanız benim sesimi duyarsınız. Yani belki de ben size bu yazıyı sesli okuyorum hissine bile kapılabilirsiniz. Size bir soru: Beni tanımıyorsanız eğer, benim sesimi nereden biliyorsunuz da okurken benim sesimi duyuyorsunuz? Sen yediğin elmanın üreticisinin sesini duyabiliyor musun veya yüzünü görebiliyor musun? Kaldı ki, o elmayı ben sadece ürettim, onun çekirdeğine elma projesini çizen ise bambaşka biri.
Yani, birimiz bir elma üretmiş bahçesinde, diğerimiz almış onu herhangi bir pazardan ve yiyor. Ben seni, senin beni gördüğün veya sesimi duyduğun gibi duyarak yazıyorum. Ama asıl aklımda olan şey şu: O tek elmayı yaratan onu yaratırken kimin üreteceğini ve kimin o elmayı yiyeceğini biliyordu. Üstelik o elmalardan milyarlarca var. Ve tek tek hepsinin kaderini bilen biri var. Ben ise bu yazıyı kimin okuyacağı hakkında en ufak bir bilgiye sahip değilim.
Acı ve eğlenceli gerçek şu; bunu ne ben yazdım ne de sen okudun.
Ama gel gör ki, evet ben yazdım, evet sen okudun.
İşte bu son iki cümle arasında bir yerlerde, çıkmaz gibi görünen bir sonsuzluk var.
Ve bu sonsuzluğun içinde de özgürlük var. Yok deme; birazdan yazıyı sen kendi iradenle bitirdin.