Yaşamımızda bizden ayrıksı, bizden bağımsız, yani biz olmasak da kendilerini, kendi nesnellikleri devam ettiren her şey bizde çoğu zaman bir edilgenlik duygusu uyandırır. İnsan, tüm tarihi boyunca gücün timsali ve kendi dışında olan şeylere kimi zaman tapınma, kimi zaman da içeriklerinin araştırılmasının bile günah sayıldığı ilişkiyle yaklaşmıştır. Şu söylenebilir ki, bir şeye en kabasından bile olsa bir yanıt vermek onun yaşama mücadelesini destekleyici bir işleve sahip olmuştur. Bu yüzden insan, şu anki bilimlerin sorduğu “ne” (yani bir şeyi kendi özlüğü içinde bütünsel olarak tanıma) sorusunu, o zamanlar “niçin” (bu ne işe yarıyor) ile değiştirmişti. Bu, “niçin” sorusuyla kendi varlığına anlam vermede daha net bir yerde bulunuyordu.
Şu anki yaşantımızda da bizden bağımsız birçok şeyle karşı karşıya geliyoruz. Din, devlet, töre, ahlak, ekonomik sistem, insan ilişkileri, eğitim vb… Örneğin; milyonlarca insan, birbirleriyle dolayımlı ya da dolayımsız olarak ilişkiye girerler. Her ne kadar biz de bu ilişki ağının içinde olsak da, kendimizi yönetiliyor ve yönlendiriliyor hissederiz (bunun gerçek olmadığını iddia etmiyorum). Sanki ilişkilerin üzerinde bizim kaldıramayacağımız örtük bir kılıf vardır. ‘Örtük bir kılıf’ diyorum; çünkü her toplumsal ilişki bir bireye yansımasından sonra, o bireyinde ruhundan da(düşüncelerinden, duygularından) içine bir şeyler alır ve yeniden, başka bir bireye yansır. Yani yansımanın yansıması… Birey çoğu zaman kendisinin de bu etkisini ya görmez, ya da bununla ilgilenme gereği bile duymaz. Bu karmaşık ilişki ağı, yani insanların kendisi tarafından üretilen bu gerçeklik, giderek herkesin üstüne çıkar ve herkesin onun üretilmesinde bir araç durumuna düştüğü bir “idea” olur.
Bu kendinde şeyleri (bizden bağımsızmış gibi şekillenen), bizim için şeyler (bizim kendimiz gerçekleştirdiğimiz bir şey) haline getirmek için, ilkönce bizim ona etkimizi ve bizim için gerçekten ne ifade ettiğini anlamak gerekir. Bilme değil, hissetme… Bir şeyi incelerken sadece sorular sormak, onu parçalara bölmek değil, bu böldüğümüz parçaların birbirleriyle ilişkisini ve genel olarak tüm bir parçanın diğer varlıklarla ilişkisini de incelemeliyiz. Mitolojik bir hikaye de bile bunu görebiliriz. Bizim insani özümüzden bir şey taşınır orda. Onlarca dilin süzgecinden yeni bir şeyler alarak türer ve gelişir. Biz ona bir yorum bile yapmasak duygumuzdan, düşüncelerimizden bir parçayı kendine saklar. Bizim yansımamıza uğrar ve biçimlenir. Onda diğer insanların dünya hakkındaki hislerini görürüz. Yani, bizim dışımızdakiler için ne ifade ettiğini. İnsan ruhunun bir parçasında, parçanın hepsini görürüz. İşin garip ve bu açıdan en güzel yanı ise, onun, alınan bu insani özlerle insana daha yabancı bir kimliğe büründüğüdür.
Bir yazı yazarken bile ereğimi, bende ne ifade ettiğini, ne gibi yaraları olduğunu anlamaya çalışmam gerekir. Kendimizi kendi etkimizde tanımayacakta nerde tanıyacağız ki? Ancak o zaman yazı yazmak bir gereklilikten (dış zorunluluktan) çok bir gereksinme (hazla duyulan bir ihtiyaç) durumuna gelir.
O zaman bizim ilkel insan da çıkaracağımız dersler vardır. O, yaptığı edimleri, buluşları ve soruları kendi yaşamını nasıl bir diğer aşamaya sıçratacağı özsorunu ve özkorunumu ile biçimlendiriyordu. Yani bu soruya her cevap verişinde yaşamını tehlikeye atmak istemiyordu. Kendi bütünlüğüne zarar verecekse kimi zaman soruyu bile sormak istemiyordu (Tanrı var mıdır?). Ve soruyu sormaya hazırlıklı olduğu an cevabı vermeye de hazırlıklı oluyordu. Böylece hayatı, yoğun çelişkilerden çok sakin sıralanmalarla devam etti. Bundan dolayı bizim de doğru soru sorup doğru cevap vermemiz gerekir. Karmaşık şeyleri tanımak birinci edim, onu uzlaşmaz ayrılıklara bölmeden parçalamak ikinci edim, her parçayı birbiriyle ilişkisi içinde değerlendirip yaşamsal olanı bulmak da üçüncü adım olmalı. Şu açıktır ki, karmaşık şeyler tanınarak değil, bilinerek çözümlenir. Tanımak bilmek için bir araçtır. Bu da, “ne” ile “niçin” sorusunu birleştirmekle aynı şeydir. Ya da sıralanmalar içinde muazzam sıçrayışlar…
Bağımsızlık
Yaşamımızdan parçalar...