Evime vardığımda resim yapma isteği içimde renkli bir duygu dünyası olarak devam ediyordu. Evimin içinde bir hayalet gibi dolaşıp doğruca atölyeme gittim. Tuvale hayallerimi fırça darbeleriyle bir deprem hissi yaşatırcasına çizmeye başladım. Her renk Umay'dı sanki. Siyah Umay'ın mahzenlerindeki karanlık, kırmızı o mahzenlerdeki şarap renginde kendini belli eden duygulardı. Sarı şarabın içindeki güneş ışıkları iken bense sarhoşluğu ifade ediyordum. Resmim baş döndürücü bir güzelliğe sahip oluyordu. Çünkü güzellikten, incelikten ilham alınarak yapılıyordu. Her ince duygu, fırçanın ince kıllarından nezaketten geçer gibi geçerek tuvale sirayet ediyordu. Tabloyu Umay'a göstermek için şimdidien can atıyordum. Duygularımı resme yansıtmanın bana verdiği sonsuz bir dinginlikle salona geçtim. Kanepede biraz soluklandıktan sonra başımı geriye yaslayarak uykunun dalga dalga yayılan ferahlığına kendimi teslim ettim. Sabaha kadar uyumuşum. Kalktığımda perşembe gününün ışıkları gözlerimi alacak gibiydi. Önümde çok güzel bir gün beni bekliyordu. Umay'la görüşmeme ise daha bir gün vardı ve o günün hayalini kuracak bir sürü vaktim de vardı. İlk randevu olacaktı. İlerde bunun sık sık tekrarlanmasını istiyordum. Bir an ne kadar kolay etkilenip hayallerimi bu kadının siluetine bıraktığımı düşündüm. Saçlarını gözlerini ve de kendinden emin yürüyüşlerini.... Nereden alıyordu bu güveni. Özgür bir bayandı herhalde. Sıradan ve doğal mı görünmeliydim ona acaba yoksa bu kadın gücü seven bir tip miydi? O yüzden onun soru sormasını mı beklemeliydim konuşmamızda. Bu düşünceler bile varlığının anlamını daha da güçlü bir öge olarak çıkarıyordu karşıma. Onu bu kadar mükemmel yapan neydi? Sordum kendime en son ne zaman olmuştu bir kadından böyle etkilenip hayallere kapıldığım. İçimde tutamadığım sığdıramadığım bir canlılık vardı bende. Resimlerim sergilenmişti. Meyvesi olarak da resimlerden güzel bir bayan çıkagelmişti. Kafam karmakarışıkken böyle , bugün galeriye gitmek istemiyordum. Zaten epeyce de oyalanmıştım. Saat ona gelmek üzereydi. Dışarı çıkıp hayatın curcunasına katılmak bir panayır bir karnaval gibi hissettiğim şu anki hayat telakkisine kendimi koyuvermek istiyordum. Dairemden çıkıp merdivenlerden indikten sonra kapıdan sızan gün aydınlığına bir hücre cezalısı gibi bir an önce kavuşmak heyecanıyla koştum. Kendimi kapıdan dışarı attığımda ise hem gün bembeyazdı hem de ben bembeyaz güvercin gibiydim. Sadece uçmak düşüyordu bana. Kendimi güvercin, İstanbul sokaklarını dal, İstanbul'u ise ağaç yaptım. Daldan dala konuyordum artık. Mutluydum. Hayata daha çok bağlıydım. Umay bana bir heyecan yaşatıyordu. Heyecan yaşamı canlı kılıyordu. Kendimi bu yüzden daha dinç hissediyordum. Sokaklarda zımba gibi dolaştıktan sonra akşamı ettim. Akşam İstanbul'a bir peçe gibi çökerken, her yerde Umay'ın gözlerini görüyordum. Kendimi oldukça yorduğumu anladım bacaklarıma kara sular inmişti. Bir vapura binerek Üsküdar'a geldim. O an aklıma Avrupa yakasına ne zaman geçtiğim geldi. Hatırlayamadım. Artık hafızam İstanbul denizinde balık hafızası gibi olmuştu ve ben Umay'ın oltasına takılmıştım. İstanbul pagan kültürünün derin izlerini taşıyordu beynime. Her bina bir tapınak gibi içine giren ve dışına çıkan insanlarına yalana, dolana tapınmayı sağlıyordu. Caddeler, sokaklar, alışveriş merkezleri pagan kültüründe olduğu gibi insan icadı materyallere tapınmayı aşılıyordu. Balık hafızalı insanlar da kendine Tanrılar ve Tanrıçalar buluyordu. Sonra da sudan çıkmış balıklar gibi yeryüzünün sunaklarında can veriyordu. Umay da benim için bir Tanrıça olmuştu. İstanbul ise benim için bir sunaktı artık. Kendimi Umay'a kurban etmek için çırpınıp duruyordum. Ne kadarda aptaldım. En kötüsü ise hayatı aptallardan öğreniyordum. Beyninin anca yüzde onunu kullanan insanlardan aşk adına, sevgi adına bir şey öğrenmeye çalışıyordum. Yüzde onu çalışan bir beyinden mükemmel aşk bekliyordum. Ne kadar da şapşaldım. Üsküdar kazan ben kepçe geç saate kadar dolandım içinde. Hiçbir şey tat vermedi. Gökyüzünün kararmışlığı da bir kapak gibi Üsküdar'ın üzerine çökünce kendimi evimde buldum. İstanbul hiçbir açlığımı doyurmamıştı. Üsküdar ise ekmek kırıntısı gibi gelmişti bana. Evime ulaşır ulaşmaz üzerimdekileri sağa sola atarak çıkardım. Eşofmanlarımı giyerek mutfağa geçtim. Kendime kıyma, salça karışımından oluşan harçla ve birazda peynirle tost hazırladım. Yanına da hazır aldığım ayranı alarak yemeğimi yedim. Ardından balkona çıkarak doya doya denizi seyrettim. Doya doya iyot kokusunu ciğerlerime çektim. Yine de kendimi bir sırtlan sürüsü gibi aç hissettim. Umay'ın beni kurban ederek kanımı aç kalmışlığıma dökmesini istedim o an. Kendi katilimi an an sunağıma kendim çağırıyordum sanki. Umay'ın beni öldüresiye sevmesini istiyordum. Sonra düşündüm. İyiliğin de kötülüğün de bir mantığı vardı. Kendi ölümüm için kurguladığım cinayette önemli bir eksik vardı. Tanrıçalar kimseyi öldürmezdi. Umay'ın bu senaryoda beni öldürmesi mantıksal hata olurdu. Hemen bir rahip bulmalıydım. Aklıma o an Nahit geldi. Kendisi güzelliğe tapan iğrenç herifin tekiydi. Peki her şey kafamda hazırdı; fakat bu düşünceleri hayata nasıl geçirecektim. Bütün bunları bir trenin tünelden hızla geçmesi gibi aklımdam geçirirken, ilk aklıma gelen düşünce Umay'ı aramalıyım oldu. Telefonu elime alarak tuşlara titreyen parmaklarımın ucuyla hızlıca dokundum. Hem hızlı düşünüyordum hem hızlı el ve kol hareketleri yapıyordum. Bedenim ise ıslak ve soğuk bir leke gibi ortada kaskatı duruyordu. Numarayı çevirmemin bir iki saniye sonrasında Umay'ın alo sesini duydum. Kendisiyle anca kısa bir dipnot tutacak şekilde konuştum. Bana yarın saat on ikide Beşiktaş Kültür Merkezi'nin solundaki çörekçide buluşmamızı söyledi. O gece kanapeye yatmadan önce çırılçıplak soyundum. Karanlığın gemilere binmiş şeytanlarını bir deniz feneri gibi günahkar limanıma çağırdım. Sabaha kadar rüyalarımda ecinlerle, şeytanlarla seviştim. Çılgın Bir dalgaydım bu gece tuvalimde. Sabah uyandığımda sırılsıklandım. Berbat ve yorgundum. Yattığım yerden kalkarak ve gerimi darmadağınık bırakarak doğruca duş almaya gittim. Vücudumu suyun altında epeyce bir süre yıkayarak, hayatın ölüm çukurlarına gömmek için bedenimi hazırladım. Ardından balkonumda güzel bir kahvaltı yaptım. Günün ilk saatlerinde bir kadının silüetinin kafamda çizdiği hareket planıyla Umay'la buluştuktan sonra neler yapabileceğimizi düşündüm. Hiçbir şeyin plandığım cinayet haricinde ölümüme bir kan lekesi gibi iz bırakmasını istemiyordum. Suç, katil, maktül kavramlarının alınyazımda daha belirgin olması için, saçlarımı kaşıyarak bu kavramların ne olduğunu kafamda belirlemeye çalıştım. Suç neydi bana göre? Hiç kimse göründüğü kadar masum olmadığına göre, insan hayatında karanlıkta kalan noktalar neydi önce bunu bilmem gerekirdi. İnsan hayatındaki karanlık noktaları bilmeden cinayetim hakkında son cümleyi yazmak istemiyordum. Bunun için suç nedir diye düşündüm kendi kendime. Kafamdan: "Tanrı insanın yüreğine hem iyilik duygusunu hem de kötülük duygusunu orantılı bir şekilde koymuştur. Bir insanın yüreğinde sadece iyilik olursa, kendini kötülüğe karşı savunamaz. Çünkü, kötülüğü bilmeyen ve o duyguya sahip olmayan insan, saf olur ve kolay kandırılır. Aynı zamanda kendini kötülüğe karşı da savunamaz. Tanrı'nın insan yüreğine kötülük duygusunu koymasının sebebi, o insanın kendisini kötü insanlara karşı savunması içindir. Yoksa başka canlılara zulm etsin, onlara eziyet etsin diye değildir. Hayat bir denge üzerine kurulu olduğuna göre, yüreğimizin dünyaya salınımında da bir dengenin olması şarttır. Yüreğin dengesi ise iyilik ve kötülük duygusunu içinde aynı oranda barındırmasıyla mümkündür. Ama gel gör ki insanlar yüreğimize bazen öyle yüklenir, öyle yüklenir ki yüreğimizin duygu terazisi kötülüğe doğru meyleder. Duygusal dengemizi yitirdiğimiz o durumlarda insanlara verdiğimiz değer ile elimizdeki tabancaya verdiğimiz anlam bizim için önem kazanır. İşte o zaman kazanma ile kaybetme arasında gidip gelmeye başlarız. Eğer insan gözümüzde değerini yitirmişse veya elimizdeki bir çok şey değerini yitirirse, parmaklarımızla sıktığımız tabancanın anlamı sadece kendini savunmak için gerekli bir gereç olmaktan çıkar, tam bir ölüm makinesi haline dönüşür. Ayrıca elimizdeki bıçak, oturduğumuz koltuk, barındığımız ev, makamımız ve mevkimiz bizden daha değerli olmaya başladığında, sahip olduğumuz bütün şeyler hem kendimiz için hem de başkaları için tehlikeli bir silaha dönüşmeye başlamış demektir. İnsan o zaman bir saate monte edilmiş akrep gibi ölüme veya öldürmeye doğru yol alacaktır. Alarm zilleri çalmaya başladığında ise iş işten çoktan geçmiş olacaktır. Kısacası, hayat bir denge ise, yüreğimizde var olan iyilik ve kötülük duygularını dengede tutmak zorundayız. Bunun için de duygularımızı alabora edecek her türlü dalgalanmalardan ve fırtınalardan elimizden geldiğince uzak durmalıyız. " gibi cümleler geçti.
Aydınlık5
Evime vardığımda resim yapma isteği içimde renkli bir duygu dünyası olarak devam ediyordu. Evimin içinde bir hayalet gibi dolaşıp doğruca atölyeme gittim. Tuvale hayallerimi fırça darbeleriyle bir deprem hissi yaşatırcasına çizmeye başladım. Her renk Umay'dı sanki. Siyah Umay'ın mahzenlerindeki karanlık, kırmızı o mahzenlerdeki şarap renginde kendini belli eden duygulardı. Sarı şarabın içindeki güneş ışıkları iken bense sarhoşluğu ifade ediyordum. Resmim baş döndürücü bir güzelliğe sahip oluyordu.