“Dört beygirim var, dördü de kara… bırakıp gittin beni, dört kızanlı karı…” diye dokuz- sekizlik ritimde içli bir çingene havası çalınır… incecik, sabun köpüğünden nehir akar Eski İstanbul Caddesi’ ne doğru. Sokaklar henüz asfalt değil üstelik bayır da bayır…
Doğduğum şehre öğretmen olarak döndüğüm o zaman şehrin nerdeyse dışında, hiçbir vasıtanın geçmediği ilköğretim okuluna çıktı tayinim. Doğduğu şehre alışmayı beceremeyen ben “hoca hanım” sözüne nasıl alışacaktım acaba? O güne kadar adımla hitap edenlerin bir anda “hoca hanım” diye seslenişleri çok tuhafıma gitmişti. Öğretmenliğimin okulun kapısından çıkınca biteceğini zannetsem de, bu rolün hayatımın tümünü kapsamasına engel olamayacaktım anlaşılan. Okuyan kız çocuklarına karşı duyarsız olan bütün akrabalarımın bile koltuklarının kabardığını hissediyordum.
Ne kadar şanslıydım ki; öğrencilerimin yaklaşık yüzde altmışı çingene çocuklardı. Kentin çoğrafyası içinde kuzeye sıkışmış ama yaşam coğrafyaları bu sıkışmışlığın aksine o kadar renkli hareketli bazen de kavgalara sahne olacak kadar hararetliydi.
Fakülte son sınıf öğretmen adaylarının fiks hayalidir köy öğretmeni olmak. Benim böyle bir hayalim kalmamıştı. Okuldaki bu çocuklar köy çocuklarından çok da farklı değillerdi. En önemlisi küstahlıkları yoktu. Masumiyetlerini ve bozulmamışlıklarını anlatmam mümkün değil. Birbirine benzeyen hayatlarıyla, birbirinden çok farklı bireyleri tanıma fırsatı bulmuştum.
Okulların açıldığı ilk gün arka tarafta da bahçe olduğunu fark ettim. Şöyle bir göz atayım dedim. Kıkırdayan meleklerimin seslerini duydum. Ama ne melekler! Arka bahçenin paslı arka kapısına sırtlarını dayamış sidik yarıştırıyordu benim kirli yüzlü meleklerim! İçlerinde birinin kocaman mavi gözleri vardı. Adı “Can”mış. Erkek yetiştirme yurdunda kalıyormuş. Bu çocuğun benim için özel bir yeri olacağını o gün anlamıştım desem kendimi modern çalıkuşu olarak görmüş olamam sanırım.
Daha ilk günden itibaren öğretmenler odasına yukarıdan gelen gürültü çok canımı sıkmıştı. Kimse hiçbir tepki vermiyordu. Aklımla aramın pek iyi olmadığını biliyordum ama bu sesleri duyan tek ben olamazdım. Bütün inceliğimi kaybedip sataşmak istedim çocuklara. Önce seyrettim derken beni fark edince sustular. “niye gürültü yapıyorsunuz?” dediğimde “ Abe ne gürültüsü yalancıktan darbuka çalar şarkı sülerız üğretmenım!” dedi biri. Diğeri hemen lafa atladı:
-“Ocam bizim babalarımız hep müziksiyen. Mesela benim babam gırnatacı” dedi.
“müziksiyen” demek. Vay be! Dedim kendi kendime. Bundan yirmi yıl önce bu soruyu sorsam bu okulda: “Babam düğünlerde saz çalar.” Cevabını alırdım muhtemelen. Ama bu çocuklar babalarını birer sanatçı olarak görüyor aynı zamanda. Bu arada Gırnata’nın İspanya’da bir sahil kenti olma ihtimali yoktu bu durumda. Anladım ki gırnata “klarnet” demekmiş. Bu şehirde yetişmiş olmama rağmen bunu bilmiyordum. “Gırnata ve darbuka” “yemek ve içmek” gibi bir şeydi onlar için. Aileleri genellikle bugün bulup bugün yiyen, kurallar bütünü olan hayatı gerektiği kadar kaale alıp doğallıklarından hiçbir şey yitirmeyen insanlardı. İşte bu çocukların gamsızlıklarının ayarı bile etkiliyordu beni. Birçoğu hafta sonları çalışıyordu. Hayatı sadece kitaplarda değil kendi çöplüğünde de öğreniyor böylece çabuk olgunlaşıyorlardı.
Yırtık sesli küçük ozanlarım benim! Okul çıkışı cadde başına kadar on çocuk yanımda oluyordu. Sonra yokuş aşağı doğru, yurttaki çocuklarla beraber gidiyordum. Can da bunların arasındaydı. Derslerine çalışmıyordu. Sınıfta birkaç kez kovalambaç oynamışlığım da vardı kendisiyle. Çocuklar yolda giderken ağızlarından köpükler saça saça korku hikayeleri anlatırlardı. O yalnız dinlerdi. Hiç beklemediğim bir gün o da bir hikaye anlatacak oldu. Ve hikayeye başladığı hitap sözcüğü ”anne” olmuştu. Beni annesi yerine koymuş olamazdı ama hayatında anne diye seslenmenin boşluğunu benimle doldurmuştu Can. Anneler günü geldiğinde ise yurdun bahçesinden yolduğu çiçekleri gazete kağıdına sarıp elimi öptü : “Anneler gününüz mübarek olsun öğretmenim!” diyerek. Anne değildim henüz ama anne sözcüğünün sıcaklığını o gün duymuştum…
Anneler Gününüz Mübarek Olsun Öğretmenim!
Ne kadar sıcaktı. Sıcacık... bir zamanlardan bir anı...