1453\.

İsmet abi düşünceme göre sanırım evrimin en büyük kötülüğü bir erkeğin çiftleşme arzusu ile bir kadına ve ondan üretilen çocuklara bakma zorunluluğu olmuştur. Bu yüzden yine sabahın köründe yola koyulmuştum. Bu yüzden yine o taksi durağına gitmiştim. İşte bu yüzden o taksinin şoför koltuğuna oturmuştum. Şehrin insanlarını taşımak zorundaydım. Onların pis kokularını çekecektim. Dertlerini dinleyecektim. İstanbulun vahşi ormanında o canlıların arasında sokak sokak dolaşacaktım.

yazı resim

İçinde yaşadığımız cehennem, şehirlerimizin cehennemine karşılık geliyor.Şehirlerimiz zihniyetlerimizin ölçüsü, ölüm istenci yaşama coşkusuna öncülük ediyor ve hangisinin bize esin kaynağı olduğunu ayırt edemiyoruz. Tekrarlanıp duran işlere koşturuyor ve doruklara yükselmekle övünüyoruz. Ölçüsüzlüğün elinde esiriz ve düşünüp taşınmadan sürekli binalar inşa ediyoruz. Dünya bir süre sonra yalnızca bir şantiye olacak.

Albert Caraco

"İsmet abi düşünceme göre sanırım evrimin en büyük kötülüğü bir erkeğin çiftleşme arzusu ile bir kadına ve ondan üretilen çocuklara bakma zorunluluğu olmuştur. Bu yüzden yine sabahın köründe yola koyulmuştum. Bu yüzden yine o taksi durağına gitmiştim. İşte bu yüzden o taksinin şoför koltuğuna oturmuştum. Şehrin insanlarını taşımak zorundaydım. Onların pis kokularını çekecektim. Dertlerini dinleyecektim. İstanbulun vahşi ormanında o canlıların arasında sokak sokak dolaşacaktım. Sonra eve döndüğümde bana suçlu gözlerle bakan o acımasız kadının ve ondan daha beter olan çocukların sorgulayan gözleriyle hesaplaşacaktım. Sorulacaktı. Baba bugün ne kadar kazandın? diye. Yorgunlukla perişan bir halde bir şişe birayı dahi güçlükle adeta kusarcasına içtikten sonra yastığı başıma koyduktan sonra da gözlerim yine kapanacaktı. Beynimdeki panayır yine harekete geçecekti. Dönme dolaplar, salıncaklar, seyyar satıcılar, kamyonlar, otobüsler, korna sesleri, küfürler, feryatlar kafamın içinde dolaşacaktı.

Turistlerin taksimetreye şüpheli bakışları yetmezmiş gibi beni bir hırsız gibi suçlamaları, sakallı, kıllı bazı türlerin sürekli aynı güzergaha gitmeleri. Sür gardaş Bağcılara "Sür hemşerim Esenlere" demeleri benim kaderim olmalıydı. Galata köprüsü, Eminönü tımarhanesi, Kasımpaşa, Dolapdere, Tarlabaşı dilenciler, travestiler, yankesiciler, Hemşerim kerhane nerede? diye soranlar sanki alnıma yazılmıştı. Arap turistlerin bir deveye biner gibi çoluk çocuk binmesi. Haydi yallah demesi. Etilerden binen o sarışın köylü sosyetesinin Şoför bey Allah aşkına siz ne yapıyorsunuz? Siz kesinlikle araba kullanmasını bilmiyorsunuz. demesi benim suçum olmalıydı. Bu insanları taşımak, İstanbulun o korkunç trafiğini doya doya yaşamak zorundaydım. İstanbulda doğmak, yaşamak suçumuz mu İsmet abi?

Kapa çeneni diyene kadar sürekli konuştum. Şarapçı İsmet beni dinlerken lafımı birden kesti. Galata köprüsünün altındaki bir meyhanede bir sorunu tartışıyorduk. Son yıllarda İstanbulda neler oluyordu? Konuşma sırası ona gelmişti. Bu adam kendini ve neler olduğunu anlatmaya başlamıştı:

Şehrin en eski yerlilerinde biri olarak kabul edilen şarapçı İsmet bu şehir için ömrünü harcamış en eski, en sefil bir İstanbul beyefendisi sayılırdı. O şimdiki bitik hayatını bir metrobüs yolculuğu gibi görmüştü. Metrobüse Etiler durağından bindiğinde İsmet bey olarak saygı görüyordu. Klasik bir türk filmi gibi zengin bir ailenin şımarık çocuğu olarak büyümüş, Avrupaları görmüş, sonra yemiş içmiş, sonra da önüne geleni becermişti. Yıllar boyu süren bu şuursuz yaşantısı onu bedenen olmasa da maddi anlamda yıpratıyordu. Metrobüs Beşiktaş durağına geldiğinde ise ona İsmet müsaade edersen yan koltuğuna oturabilir miyim diye seslenilmişti. Az yemek az içmek zorunda kalıyordu. Çünkü burası Beşiktaştı. Becerme konusunda ise pek sıkıntı çekmedi. Ona göre her durakta mutlaka becerilecek biri olacaktı. Sorun sadece kalite meselesiydi. Fatih Karagümrük durağına geldiğinde ise bu zorlu yolculuğun farkına anca varmıştı. Hey İsmet kenara çekil de oturalım lan diye uyarılmıştı. Villadan apartman dairesi derken şimdi de müstakil kagir bir binanın bodrum katındaydı. O anda iyice farkına vardı. Zaman hızla geçiyordu. Metrobüs acımasız bir şekilde yoluna devam ederken İsmet gibileri ait oldukları duraklara fırlatıp atıyordu.

Eğitimli olması haliyle altyapısının sağlam olması nedeniyle bu yolculukları ve düşüşleri olgunlukla karşılamıştı. O bir aristokrat ruhuna sahipti. Son nefesinde bile ölümü olgunlukla, gülerek karşılayacaktı. Unkapanı tabelasını gördüğünde ise inmek zorunda olduğunu fark etti. Biliyordu ki bu onun için son duraktı. Köprü altı sakinleri onu hoşgörüyle karşılıyordu. Hey İsmet biz de seni bekliyorduk, hadi anlat bakalım, bu Allahın belası İstanbulda yine neler oluyor? diye soruluyordu. İsmet diğerleri gibi kaderci değildi. Kahpe Bizans bizi bu hale getirdi diyemezdi. Robert Koleji mezunu için bu basit yaklaşıma sığınması olanaksız bir durumdu. Eğer yolculuk onu bu son durağa getirmişse mutlaka bir nedeni vardı. Tabiatta her şeyin bir başlangıç noktası ve sonu vardı. Evrim ve felsefe bir yol haritası değil miydi? Babası zamanında Sirkecide bir esnaftı. Şimdiler de ise kendisi on dakikalık bir mesafede oraya bakıyordu. Arada sadece Eminönü vardı. Acaba İstanbulda büyük patlamanın olduğu yer Eminönü semti miydi? İstanbulda ticaret hayatı bu bölgede başlamıştı. Şirket merkezleri, bankalar, gazeteler, İstanbul adliyesi, sebze hali, genelevler İstanbulun borsasıydı. Ona göre de esnaflar, işadamları, işçiler, hamallar, ayılar, pezevenkler, hayat kadınları ticaret hayatının figüranları olmuştu. Bu problemi çözmek için illaki köprü altında yirmi yıllık bir zaman dilimi geçirmek zorunda mıydı? Babası buradan Etilere sıçramıştı. O Etilerden buraya geri dönmüştü. Bu sürece Platon acaba ne derdi? Her doğum bir ölümün habercisi midir derdi? İstanbulun muhtelif köylerinden insanlar araçlarla bu köprü altından vızır vızır geçerken İsmet de şişeleri peş peşe deviriyordu. Bütün insanların, araçların tek hedef noktasıydı Eminönü. Fotelli şık takım elbiseli, şehirli insanların arasında, kasketli, poturlu köylüler de yer almıştı. Kimi kamyonla kimi halk otobüsüyle kimi de taksiyle bir geçit seremonisinde boy gösteriyordu. Demek ki babasının işleri zamanında o yüzden tıkırındaydı. Dışarıdan gelen yabancıların dahi acaba ilk sorduğu soru hangisiydi?

Ayasofya mı Eminönü mü?

Hıristiyanlar Ayasofya derken Türkler, Araplar Eminönü diyordu. Yoksa İstanbulun işgali 1453ten bu yana hızını kesmemiş miydi? İddia edildiği gibi silahlı saldırının yerini turizm, ticaret gibi şeyler mi almıştı? Yoksa işgal harekatı kılıf mı değiştirmişti? İsmeti her gittiği duraktan başka bir durağa öteleyen görülmeyen bir saldırı mı vardı? Bu yığınları, kalabalıkları, Sirkeci, Eminönü ne kadar kaldırabilirdi? Pers ordusu Atinayı yerle bir etmişti. Ama Atinalılar ne Şamın şekeri ne arabın parası diyerek onları kovmuştu. Yunanistanın günümüzde ki ekonomik krizin asıl nedeni Atinanın onurlu direnişiydi. Bizansın kaderi miydi sürekli yağmalanmak? Şimdiye kadar gelenler sadece öncü kuvvetlerdi. Asıl ana birlikler peş peşe sıradaydı. Bizansta sanki yer mi kalmamıştı. Surların dışı ne güne duruyordu ki? Merter, Bahçelievler, Bağcılar, Taşlıtarla, Maslak, Eyüp, Kağıthane, Seyrantepe, G.o.paşa gibi ovalarda, tepelerde yer vardı. İstanbul adliyesi için sanki yer mi yoktu? Çağlayan oradaydı. Sebze hali, cezaevi için Bayrampaşa uygundu. Gazete binaları için İkitelli yeterliydi. Tımarhane zaten Bakırköyde eski sayılırdı. Şimdilik idare ediyordu. Eminönü artık bir müze ya da hatıralık yer olarak kalabilirdi.

Yetmiş yıllık bir ömür, ona göre süren bir metrobüs yolculuğundan sonra bu köprü altı gözlemleri İsmet için neden sonuç ilişkisi için yine de kesin olarak yeterli olmuyordu. O sabaha kadar. Bir sabah kalktığında karton kutuları düzeltirken o koku tanıdık gelmişti. Burnuna inanamıyordu. Şehrin birçok yerinde olduğu gibi logar kapakları patlamıştı. Çıkan o pis kokuyu çok iyi hatırlıyordu. Yıllar öncesine döndü. Robert kolejinin tuvaletindeki o koku değil miydi? Bu kokunun burada ne işi vardı? Sonradan öğrenecekti. Donald Trump gökdelenin baskısı nedeniyle şehrin kanalları patlamıştı. Trump diğer gökdelenlerle beraber İstanbulu eziyordu.

Sessiz bir şekilde onu dinlemiştim. Saygımdan dolayı artık kendi derdimi unutmak zorundaydım. Sigarasını söndürürken gülümsedi. Bir noktada çok haklısın. İstanbulda doğmak, yaşamak bizim ortak suçumuz gibi. Her neyse hesabı öde de kaçalım. Bu günlerde köprü altında da fazla yer kalmadı. Yerimi kapmasınlar, ben gidiyorum." derken biraz öfkeliydi.

Başa Dön