640K bellek herkese yetmelidir. -Bill Gates, 1981 |
|
||||||||||
|
Nobel Edebiyat Ödülü’nün kimlere ve nasıl verildiğine dair muhtelif rivayetler var. Vizyonumuzu genişletir mantığıyla birini örnekleyeyim. Zeynep Aliye’nin Attilâ İlhan ile yaptığı söyleşileri kapsayan, 2001 basımlı MAVİ ADAM isimli kitapta, bakın Attilâ İlhan neler anlatıyor? Bu muhteşem yapıtın hazırlayıcısı Zeynep Hanım, “Batı’nın Türkiye’yi, Türk edebiyatını dışlamasıyla, Türk edebiyatını ısrarlı biçimde görmeme, onu ciddiye almama tavırlarıyla ilgili olarak ne diyorsunuz? Örneğin bugüne dek Nobel için Türkiye’den sadece Yaşar Kemal aday gösterildi. Ama sanırım ona da verilmeyeceği baştan belliydi,” şeklinde bir soru yöneltince Attilâ İlhan, “Şimdi verirler, verebilirler. Mesele şudur. Batı, ödülü, kendi ülkesini kirleten yazara verir. Kendi ülkesini yücelten yazara vermez. Bizden, Batı’ya çevrilen yazarlara baktığın zaman, bunu hemen görürsün. Türkiye’nin aleyhine olan kitapları çevirirler, Türkiye’nin lehine olan kitapları çevirmezler. Nobel’de de aynı şeyi yapabilirler. Yani Salman Rüşdi alabilir. Memleketini lekeliyor. Bizde de memleketi aleyhine yazan bir insana verebilirler. Ama bunu böyle kabul etmemiz lazım. Batı kendi ulusallığını, evrensellik olarak empoze eden bir sistemdir,” diyor. İnsanın iliklerini titreten şu iri laflara bakar mısınız? Maalesef 2005 yılında vefat eden bu deha, bugün çoğumuzun göremediğini seneler öncesinden hissetmiş. Bana sorarsanız, helada kıçlarını parayla silebilecek denli zengin olan ailesinden intikal eden serveti ve lobi çalışmalarındaki gayretlerine hayran kaldığım teşkilatı sayesinde kazanamayacağı ödül pek azdır. Bilhassa uluslararası yarışmaların jürilerinde yer alan akademisyenler, yazarlar, şairler, eleştirmenler, karikatüristler babalanmasınlar, ayrıca namuslularını tenzih ederim, yalnızca kanaatimi paylaşıyorum. Bezirgân Pamuk’dan yana endişelenmiyorum, zira üç kuruş için beni dava edip de demokratlığına gölge düşürmez. Snobizm ihtisası yapan zevatın ağırlıkta olduğu çevrelerde bohem hayatı yaşayan Mister haybeye caka satmıyor; biyonik adamdır, sadece roman kategorisinde değil, şiirde, denemede, düz yazıda, biyografide hatta güreş, boks, jimnastik, bilardo gibi birçok bireysel spor branşında tüm ödülleri toplayabilir. Kolektif branşlarda bile, mesela briçte de ortalığı kasıp kavurabilir ama beşli majör sisteminde doğru karşılıklar verebilecek cıva gibi bir partnere ihtiyacı var, şimdiye değin denedikleri kof çıktılar. Eğer o tipte bir hacıyatmaz bulabilirse, grand şlem kontratlarıyla bağlayacağı oyunlarda, “Kontur!” çekecek rakiplerine, hem de zondayken “Sür kontur!” der ve destanlar yazabilir. Onda bu cevher var, işlenmesi bize kalıyor. Bir kereye mahsus el attığı sinema senaryosuyla, 1991 yılında düzenlenen Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “en iyi senaryo” ödülünü kazanmıştı. Allah muhafaza, bir senaryo daha yazsaydı, herhâlde Oscar’ı alır ve Nişantaşı muhallebicisi Seyfettin’e getirirdi. Kıymetini bilmiyoruz, ancak o her şeyde açık arayla birincidir, arşıâlâda yaşamaya layıktır, ne kadar kibirlense azdır. Senelerce Frenk bozkırlarında yaşamasına karşın frengi kapmadı, çünkü olağanüstü bünyesi var. Futbolda da müthişti, lakin golleri kendi kalesine atıyordu; olsun, golcülük önemli bir meziyettir, her babayiğit fileleri havalandıramaz. Henüz kitabı yayınlanmamışken “en iyi roman” ödülünü de kimselere kaptırmamıştı. Hoş, cikcik yazar farz edildiği bir döneme denk geldiğinden, o muhteşem yapıtını ancak üç buçuk yıl sonra yayınlatabildi ama işin o yanını kurcalamayalım. Dünyaya fil dişi kuleden bakan ve lafa kırk takla attıran Beyefendi’nin reklamlardaki başarısına bir örnek vereyim. Parasal gücünün boyutlarına demediğime dikkatinizi çekerim, çünkü elinde delil olmadan, baştan savma konuşan müfterilerden hoşlanmam. Muhteremin İletişim Yayınları’na transfer olduktan sonra yayınlanan ilk kitabı Yeni Hayat, 1994 senesinde matbaadan çıkmış ve henüz mürekkebi kurumamıştı. Kesesi şişkin veya bir başka anlatımla kıllı yazarlarda bile ilkin dergilerde, gazetelerin kitap eklerinde, edebiyat bültenlerinde filan birkaç eleştiri yazısı çıkar, ardından televizyonlarda boy gösterilir, lakin beyzade Pamuk hemen her televizyon kanalında alelacele boy göstermişti. Paldır küldür onunla söyleşenlerin Mister’in kitabını okumadıkları her hâllerinden belliydi; doğrusu o adamlarla madamlara para bile versek, Yeni Hayat’ın otuzuncu sayfasına gelemezler. Şairane bir biçimde ifade edeyim: Mister ister, çark öyle işler. Hasbelkader yaratıcı yazarlık yerine öldürücü yazarlık diye bir şey olsaydı, nesir celladı Mister Pamuk bileğinin gücüyle bilumum mükâfatları silip süpürürdü. Mister Pamuk’un banal karalamalarının kitap diye millete yutturulduğu tüm eserleri iyice inceleyin, Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı gibi tarihi romanları haricindekiler, romandan ziyade otobiyografik deneme türüne benzer. Ne var ki bir zamanlar proletaryanın sözcülüğüne de soyunan bu burjuva mahdumunun monoton yaşantısı kimsenin ilgisini çekmediğinden, ucube yapıtlarından yirmi sayfa okuyanlar narkoz almış gibi derin uykuya dalıyorlar. Özellikle anjiyo olduktan sonra damarlarına stent yapılan hastalara, gamsız yaşamaları için ilaç yerine bu muhteremin kitaplarını versinler, dâhiliyecilerin reçeteleriyle birebirdir, en azından aspirinden iyidir. Antik eserler, arkeolojik yapıtlar, belgeler, bulgular, buluntular, argümanlar, ansiklopedik bilgiler, müzeler, seyahatnameler, animasyonlar, örf, anane ve anılarla bezenen tarihi romanlarını düpedüz aşırdığını anlayabilmek için üstün zekâ gerekmiyor; sentez bile yapmaya üşendiğinden doğrudan montaja giriştiği, bir bakıma yekten copy paste yaptığı açıkça görülüyor. Dikkatinizi çekerim, bibliyografyaları alt üst eden yazarı hırsızlıkla itham etmiyorum, zira bu devirde çalmak değil de çalana hırsız demek suç oldu. Öldürücü yazarlığın kıvılcımlarının çaktığı diğer eserlerinde ise lümpenlerin kanlarını sülük gibi emen dandik aileleri ele alıyor. Hani aristokrat geçinen bazı alıklarda cidden yetenek olsaydı, gam yemezdim ama mal varlıklarının kökeni araştırıldığında gerçek yüzleri ortaya çıkan cibilliyetsizlere tahammül edemiyorum. Teşbihimi mazur görsün, çoğunlukla spastiklere benzetiyorlar ama bence bunalımdaki bir şizofreni çağrıştıran Orhan Pamuk’un Türkçeyi kullanma yeteneğini övenler bana gelsinler, herhangi bir kitabının alelade bir sayfasından bir paragrafı açalım, beylik cümlelerinin daha anlamlı bir şekle bürüneceği alternatif sözcükleri ve hatalı ögeleri bilfiil göstermezsem, bu gezegenin en şerefsiz insanı olduğumu kabul ve ilan ederim. Bu denli iddialıyım, hodri meydan! Hakkını yemeyeyim, özel isimlerin ilk harfinin büyük, cins isimlerin ise küçük harfle yazılacağını ve dahi cümle sonuna nokta konulacağını iyi biliyor. “Büyük lokma ye büyük konuşma,” demişler. Yanlış anlaşılmasın, gramerimin mükemmel olduğunu yahut hiç hata yapmadığımı iddia etmiyorum. Totemler muhafaza, bende öyle bir kanaat hasıl olsaydı, yaşamamın anlamı kalmayacağından derhal intihar ederdim. Yalnızca şişlenesi Şişli evladının yeteneksizliğini, Türkçenin kafasını gözünü yardığını beyan ediyorum, hepsi bu! Ahmet Taner Kışlalı’nın teferruatlı bir şekilde Mister Pamuk’u eleştirdiğini, daha doğrusu yerden yere vurduğunu biliyoruz. Defalarca denemesine rağmen Mister’in hiçbir kitabının otuzuncu sayfasına varamadığından yakınan merhum Kışlalı, nevi şahsına münhasır Pamuk’un gerçekte Atatürk düşmanı olduğunu yapıtlarından alıntılar yaparak ispatlamaya çabalamıştı. Hakeza Yalçın Küçük, Mister’in yedi sülalesini incelemeye çalıştığı “Şebeke” isimli eserinde ciddi ithamlarda bulunmuştu. Attilâ İlhan’ın Mister’i hedef alan balyozdan ağır laflarını da unutmayalım. Gezgin ve de bireycilerden bezgin bir şövalye diyebileceğim Attilâ İlhan, bilgi ve görgüyü edebiyatçı için olmazsa olmaz iki kriter olarak belirlemiş, masa başında yazan görgü fukarası Mister’in salt bilgiyle işi götüremeyeceğine dikkat çekmişti ki, yerden göğe haklıdır Tahsin Yücel’in “Yazın, Gene Yazın” isimli kitabındaki şu ifadeleri sizle paylaşayım da, dev romancımızın (?) çapı hakkında fikir sahibi olun. Tahsin Yücel, “Örneğin belki de en belirgin özelliği olmayacak dil yanlışları yapmak olan ünlü romancımız Orhan Pamuk,” demiş ve bir tümcesindeki “ağacın köküne kendini siper eden Alâaddin” ifadesini tiye almış. Haksız mı? Medarıiftiharımız Pamuk’un ne demek istediğini anladıysam Arap olayım. Hamamda çıplak hatun görmüşçesine baygın bakan Mister’in tarihi romanlara düşkünlüğünü bildiğimden iki kelam edeyim. Tarihi roman yazmak saçmalıktır. Bugünü yansıtan roman, aslında birkaç asır sonra yaşayacakların gözüyle tarihi romandır. Pekâlâ, o kuşaklar, arşivlerden elde edilen belgelere dayanılarak yazdığımız safsatalara, yani bugün bizim tarihi roman dediğimiz eserlere ne diyecekler? Büyük olasılıkla Doğu’nun egzotik masallarıyla aynı kefeye koyarlar. Tarih ancak düz yazılarla ele alınabilir, ona eyvallah! Ötesi fasa fisodur. Cici bici elbiseler giydiği veletlik çağlarında bonbon şekeri yalamaktan hazzeden Mister’in aslını neslini sorgulamak edebiyatla bağdaşmaz, lakin adamda dedesinden intikal eden mirastan başka hiçbir şey yok ki var desem. Ciciannesinin koynuna girmekten hazzeden merhum dedesinin mangırlarını kesesine yerleştiren avantacı Mister, edebiyat jargonuyla eleştirmenlere, bana göre amigolara rahatça diş geçirebildiği için risalelerle efsunlanmış cahil cühela tayfasına yazar diye yutturuluyor. Lafı yuvarlamadan, dansöz gibi kıvırmadan deklere edeyim: Mister Pamuk’un yurtdışında ödüller almasının asıl sebebi politik çıkışlarıdır. Lobi çalışmalarını görmezden gelmiyorum ama demokrasi özürlü diye damgalanan bir ülkedeki siyasi feveranlarıyla dikkatleri çekti. Antrparantez, kefereler zemzem suyuyla yıkanmış insanlar değiller ki, onlar da maddi veya manevi faktörlerin devreye girmesiyle ya da birtakım cemiyetlerin direktifleri doğrultusunda yanlı kararlar verebiliyorlar. Misal, 1953 yılında Nobel Edebiyat Ödülü İngiliz devlet adamı Sir Winston Churchill’e verilmişti; buyurun buradan yakın. Akşamleyin güneş batarken viski içmeye meraklı bu civanmert politikacı, üzerinde güneş batmayan imparatorluğun tenlerine kurşun batan askerlerine, “Gelibolu yarımadası, bombardıman edilip alınacaktır ve hedefimiz Constantinopolis’tir,” buyruğunu vermiş ve yüz binden fazla kişinin öldüğü meydan muharebelerini başlatmıştı. Bu nedenle kendisine Nobel Barış Ödülü yakışırdı; o yıllarda yaşasaydım, gaflete düşen jüri üyelerini uyarırdım. Esasen Nobel Edebiyat Ödülü’nü abartıyor, tabiri caizse bir bardak suda fırtına koparıyoruz. Entel dantel kesimini biraz yoklasak, jüride kimlerin bulunduğunu da, edebi vasfı yüksek denebilecek hangi eserleri ürettiklerini de bilmediklerini görürüz. Sizce yetmiş üç milyonluk ülkede, Mister Pamuk’u değerlendiren akademisyenleri merak edip araştıran, bilahare yapıtlarını okuyan yetmiş üç kişi çıkar mı? Ünlü düşünürlerden, nişanlarla ödüller aleyhine söylenmiş çok ilginç şeyler okudum. Kimisi, “Şerefli insan kendisine verilen nişanı kabul etmez,” diyor; kimisi de, “Adam olana zaten nişan verilmez,” iddiasındaydı. Fabrikatör dedenin valizini kapıp sık sık seyahat etmeye düşkün oğullarından Gündüz’den olma ve cilveli Şekure’den doğma Orhan Pamuk’un babası Petkim genel müdürlüğü de yapmış bir bürokrattır. Nişantaşı muhitinde baba yadigârı servetin dibine darı ekerek ömür tüketen Mister Pamuk, hayatında hiç cefa çekmemiş, doğru dürüst ter akıtmamış bir komprador burjuva çocuğudur. Ikınıp sıkınmaktan hoşlanmayan, bir eli yağda bir eli balda beslenmeye alışkın tembel dostumuz, az buçuk zorlanınca mimarlık eğitimini yarıda bırakmış ve Gazetecilik Yüksek Okuluna girmiş ki memleketin kaymağını yiyen tabaka efradına da bu yakışırdı. Bu şahsiyet hakkında, değişik platformlarda çok farklı görüşler ileri sürülüyor. Vikipedi ansiklopedisinde yer alan kritikleri buraya aynen kopyalamak istiyorum: “Bir kısım edebiyatçı Orhan Pamuk'un eserlerindeki bazı bölümlerin diğer yazarlara ait başka eserlerden fazlasıyla esinlendiğini savunmakta, özellikle bazı romanlarındaki belli kısımların diğer kitaplardan neredeyse tamamen alıntı olduğunu öne sürmektedir. Hürriyet Gazetesi yazarı Murat Bardakçı 26 Mayıs 2002 tarihinde belgeleri ile yazarı sahtecilik ve intihal ile suçlamıştır. Murat Bardakçı'ya göre Orhan Pamuk'un Benim Adım Kırmızı romanı, hikâyesi ve anlatım şekli ile Amerikalı yazar Norman Mailer'in Ancient Evenings adlı romanının bir kopyasıdır. Ayrıca suçlamalara göre Orhan Pamuk'un Beyaz Kale adlı romanı Fuad Carım'ın Kanuni Devrinde İstanbul isimli eserinden birebir pasajlar içermektedir. Orhan Pamuk günümüze dek bu konuyla ilgili herhangi bir açıklamada bulunmamıştır.” Minareyi çalan kılıfını hazırlarmış, ne ki Mister’in böyle bir planı yokmuş yahut hazırlıksız yakalanmış deyip geçelim ve cırtlak armudu dişleyelim. Orhan Pamuk Bey’in, güç bela okunabildiği için kahır mektuplarını andıran romanları arasında, sıkılmadan sonuna değin gidebileceğimiz tek eserinin, Haziran 2003 tarihinde, 25 000 eurosu çevirmene verilen 100 000 euroluk Dublin Edebiyat ödülünü alan “Benim Adım Kırmızı“ romanı olduğunu zannediyorum. Türklere sarf ettiği demir gibi laflarla uyuşmayan bir ismi olan Mr. Pamuk’un dünya görüşü hakkında önemli ipuçları veren ve projektör misali kişiliğini yansıtan o roman, 1591 yılının İstanbul’unda geçiyor. Kahramanlara annesi Şekure, ağabeyi Şevket ve kendi adını vermekle, belki de o yıllarda yaşasaydı, hangi şartlarda ve nasıl yaşayabileceğini hayalinde canlandırmaya çalışmış. Dürüst olayım, alegorik kapasitesini aşan bir performans sergilemiş ve estetik yanı itibarıyla da tatminkâr bir eser yaratmış. Ne var ki Mister Pamuk halktan kopuk birisi olduğu için diğer yapıtlarında olduğu gibi bunda da en üst tabakadaki insanları ele almış ve sıradan insanları yok saymış. Osmanlı sarayına yakın kişiler diyebileceğimiz nakkaşlar arasında yaşananları konu alan roman, gericiliği eleştirme kisvesi altında İslam dininin ilkelliğini vurguluyor. İslam’ın bilişim çağının gerisinde kaldığını öne sürenlerin verdikleri örnekler arasında yer alan Kehf suresindeki yedi uyurların 309 yıl süren uykularına ve Muhammed’in Burak atıyla göğün yedinci katına yükselerek Miraç’ı gerçekleştirmesine değinmesindeki amacı budur. Bunun yanında, baldudaklı bohçacı Ester nezdinde Yahudi kankalarının hoşlanacağı etmenlerden dem vuruyor. Führer’in canlı canlı fırınlara doldurup sabuna dönüştürdüğü adamlarla madamların Batı Şeria ve Gazze’de Filistinlileri nasıl kurşunladıklarını bilmesem, kek gibi kanacağım. Farklı ve inandırıcı fiştekleme yöntemlerine başvurmasını öneririm. Kritik amacıyla olsa bile yazarken yüzümün kızardığı “sikiş“, “yarak” ve “taşak“ kelimeleri defalarca geçerken, resim yapmayı yasaklayan “gerici” zihniyetin, tekkeler ve kahveler başta olmak üzere çeşitli mekânlarda oğlancılığa gösterdiği müsamaha çok sık vurgulanıyor. Romanı okuyan birisi, o devirde yaşayanların cazibeli kadınlardan fazla oğlanları ayarttıklarını, çoğu yeni yetmenin ilk deneyiminin çarpık ilişkiyle başladığını sanabilir. Bir de, genellikle köylü gençlerin ilk kız arkadaşlarının karakaçanlar daha doğrusu karakaçamayanlar olduğunu yazsaydı, düşeş atacak, gâvurlara iyi yaranacaktı, lakin bu mevzuyu unutmuş yahut işin cılkını çıkarmayayım demiş. Maazallah Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bir ülkede yaşamasam ve şeriatçı babam gibi beş vakit namazını kaçırmayanların ciğerlerini bilmesem, İslam âleminin ibne kaynadığını düşünürdüm. Bununla birlikte Şekure’nin, babasıyla aşk yaşamı üzerinde özgürce tartışabilmesi, o yıllar şöyle dursun, günümüzün modern toplumunda bile söz konusu olamaz. Tek başına bu olay dahi romanın gerçeklerden ne kadar uzak olduğunu gösteriyor. Şekure zillisinin, Hollywood yıldızlarına taş çıkartırcasına, leblebi yer gibi kolaylıkla oral seks yapabilmesi de tuhaf kaçıyor. Hacılar, hocalar ve bilumum müminlerin para karşısında eğildikleri, rüşvetin her kapıyı açabildiği zırt pırt vurgulanıyor. Din devleti olan ve perşembe günleri yarım gün, cumaları ise tüm gün tatil uygulanan Osmanlı toplumu genelinden çok farklı insanları ele alan, yani basbayağı yalan ve iftiralarla bezenen yapıt, resim yapmanın günah olduğunu savunanlarla çaktırmadan maytap geçiyor. İslam dinine gönül veren müminlerin hemen tamamımın fikirleriyle zikirlerinin farklı olduğu, para ve rüşvetin her şeyin üstesinden geldiği romanda, ne hikmetse, Osmanlı’nın Müslüman tebaasından makbul bir faniye rastlanmıyor. Şapşal (?!) Müslüman kahramanlardan daha modern düşüncelere sahip olan bohçaçı kadın Yahudi Ester, zekâsıyla bir dolu şeyin üstesinden gelebiliyor. Bir tek masonlarla fasonlara atfetmesinin eksik kaldığı kitabı bitirince, dini bütün müminlerin potansiyel bir ibne olduğunu düşünüyor, Kâbe’yi tavaf hayaliyle yaşadığını sandığımız o insanların paraya tapındıklarına inanıyorsunuz. Hey Mister, kâfirleri anladım da, bize de mi lolo? Fitne kumkuması yazar, Osmanlı başta olmak üzere Doğu tarihi üzerinde yoğun araştırmalar yaptığını, ille de sanat tarihi konusunda ukalalık boyutlarını zorlayacak ölçüde vurgularken, edebiyatta didaktizme karşı olmasının, gerçekte bilgi yoksunluğundan kaynaklandığını düşündürüyor, çünkü bu eserinde bildiği her kırıntıyı kusuyor. Hz. Muhammed’in vekili olarak cemaatimüslimin imamlığını ve din koruyuculuğunu yapan halifenin, namıdiğer padişahın emriyle saraya bağlı nakkaşlar, tam yetkiyle arı gibi çalışan Enişte’nin başkanlığında, ortaya çıkarılacak bir kitap üzerinde gizlice çabalıyorlar. Cihangir padişahın Frenk usulünce resminin yapılacağı söylentilerini işiten, dinen bunun caiz olmadığının kuşku ve endişesini taşıyan nakkaş Zarif Efendi, o günlerde ortaya çıkan ve dört bucakta nam salan Erzurumlu vaiz Nusret Hoca’nın gerici ve yobaz camiasıyla ilişkilere girmesinin etkisiyle düşüncelerini meslektaşı Zeytin’e açıklıyor, lakin bunu hayatıyla ödüyor; çünkü Zeytin, onun kendilerini Nusret Hoca’ya ihbar etmesi hâlinde, Nusret Hoca ve müritlerinin baskınla her yeri yakıp yıkabileceklerini düşünüyor. Daha sonra Enişte’yi de katleden Zeytin’in yani katilin ortaya çıkarılması sahnesi akıl dışıdır. Padişahtan, baş nakkaş üstat Osman’la birlikte caniyi tespit etme talimatı alınca mekik dokumaya başlayan Kara, (Kara’nın teyzesi maktul Enişte’yle evlidir, romanın sonunda, Kara da Eniştenin kızı Şekure ile evlenerek onun damadı olur, ki olay esnasında yeni evlidir.) katil zanlıları nakkaşlar Kelebek, Leylek ve Zeytin ile cinayetin failini ortaya çıkarmaya çalışırlarken, ansızın üçü birden aralarında anlaşıyorlar ve fısıldaşıp Zeytin’in üzerine çullanıyorlar; bilahare kıskıvrak yakaladıkları Zeytin’in gözlerini sorguç iğnesiyle kör ediyorlar. Ne ilginçtir, gözlerinin kısa süre sonra kör olacağını anlayan Zeytin, cır cır ötüyor ve suçlarını itiraf ediyor. Bir cinayetin bu türlü aydınlatılamayacağını bilmek için polis veya jandarma olmak gerekmez, omurilik sıvısı zedelenmeyen bir beyin kâfidir. Öte yandan, kaybedecek şeyi kalmayan kişi veya dişi, bülbül gibi şakımaktansa susar, en iyi ihtimalle bilmece gibi konuşur. Herkesin birbirinden şüphelendiği bir ortamda, üç kişinin, hangi nedene dayanarak dördüncünün katil olduğuna hükmettikleri bilimsel açıdan bir muammadır. Eserde buna dair bir emare olsaydı, eyvallah derdim ama okur sıfatıyla Zeytin’in aleyhinde kullanılabilecek bit yeniği kokusu almadım. Besbelli, “Modern roman da ne oluyormuş, moderne üç posta kaydıralım,” manasında ortaya çıkan postmodern romanın kurgusu, içeriği, biçemi, artık her ne zıknabutsa bu biçimdeymiş. Cesetlerin, ağaçların ve renklerin dahi konuşabildiği, cinsliklerle dolu bu eserde, bilhassa o çağın resim sanatı incelenmiş. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu kitabı Siyonist teşkilattan bir yamuk mu, yoksa Nişantaşı eşrafından Mister Pamuk mu yazmış, ciddi kuşkularım var. Zeki, bilgili ve Orta Doğu tarihi üzerine okuyup araştırmayı seven Mister, yaşamı boyunca halkın arasına hiç bir zaman karışmadığı, ekmek parası için bir damla olsun ter akıtmadığı için toplum genelinden çok farklı birisidir ve yapıtlarında da böyle tipleri kaleme alıyor. Buna mecbur, zira kıçını yırtsa bile alelade yurttaşların yaşam koşullarını tahayyül edemez. Yalnız şuna mim koyayım: Mister’in edebi formasyonunu yeterli bulmuyorum, hatta yeterince kitap okuduğuna inanmıyorum. Düz yazılardan oluşan yapıtlarında ele aldığı yazarların herkesçe bilinen, türlü yorumlar yapılan kişiler olması dikkatimden kaçmıyor. Mister Pamuk’un idolü olduğu için Dostoyevski’yi ele alalım. Romancılığın amentüsü Dostoyevski ise lafım yok, değilse ki olmadığını sanıyorum, o zaman düşünelim derim. Tüm spor branşlarında dünya rekorları paramparça oluyor, gelişen uygarlık sayesinde aya ayak basıldı, canlılar kopyalandı, başka gezegenlerde yaşam emareleri araştırılıyor, fakat 1917 Ekim devriminden önce yetişen Dostoyevski, Tolstoy, Çehov, Gorki ve Turgenyev haricinde yetenekli Rus sanatçısı olduğunu işitmedim, okumadım. Dev yazarların şişirildiklerini söylemiyorum, lakin koca Rusya’da Bolşevik ihtilalinden sonra bir tane bile nitelikli eser veren sanatçı çıkmadı derlerse bunu yadırgar, birilerinin göz ardı edildiğinden kuşkulanırım. Bu, kapitalizmin soğuk savaş dönemindeki propagandalarından biri olabilir. Rusça biliyorsak ne mutlu, Rusça yazılan kaliteli ürünleri devirelim; bilmiyorsak, susalım yahut isimlerini zikrettiğim eski topraklar için “en iyi” tanımlamasından uzak duralım. Mademki yazar 301’den yargılandığı esnada muttali olduğumuz üzere düşünce özgürlüğünün en ateşli savunucularından birisidir; kendisini toplumsal fenomen konumuna getirmek isteyen yayınevi hakkındaki samimi görüşlerimi de anlayışla karşılayacaktır. Böylece kimlerin desteğiyle bu merdivenin basamaklarını tırmanabildiği belki anlaşılabilir. İlk romanını yazdıktan sonra ödül de almasına karşın yayınlatabilmek için üç buçuk sene bekleyen Mister’in dosyalarını kitaplaştıran ve onu yıllar önce Can Yayınları’ndan transfer eden İletişim Yayınevi, eserlerinde Osmanlı tarihine yer vermekten hoşlanan yazarlara kapısını ardına kadar açıyor. Kitap kurduyum, buna rağmen, Arapça kelimelerin fazlalığından daha yirminci sayfasına varamadan illallah deyip boşladığım, aynı yayınevinin eserlerinden olan İhsan Oktay Anar’ın “Amat’ı” başyapıt olarak lanse ediliyor. Savunduğu emekçi zümreyi bırakalım, doğduğu günden beri içinde yaşadığı burjuva ideolojisinden bile bihaber olan Murat Belge’nin direktörlüğündeki İletişim Yayınevi’nin bünyesinde, sözüm ona sosyalist çizgiyi savunan Birikim Yayınları da yer alıyor. Birikim Dergisi genel yayın yönetmeni Ömer Laçiner, NTV’de 17 Ekim 2006 tarihinde Can Dündar tarafından hazırlanıp sunulan “Neden“ programında, “Milliyetçilik Neden Yükseliyor?“ konulu programa katılmış, gene İletişim’den çıkan bir kitabıyla MHP uzmanlığına soyunduğunu yıllar evvel ilan eden fosyalist editör Tanıl Bora da, aynı programda benim gibi zırcahilleri bilgilendirmişlerdi. O Tanıl Bora ki futbol oyun kurallarını öğrenmeden futbol hakkında ahkâm kesebiliyor, hatta karaladığı manasız cümleleri okurlara kitap diye sunabiliyor. Tıpatıp arızalılara benzeyen tipi, bu spor branşında ofsayda düşmesini sağlıyor, başka mecralara akmasını tavsiye ederim. “Birikim Dergisindeki yazılarıyla bizlere sosyalizmin güzelliklerini açıklayan bu fosyalistler, Orhan Pamuk’un arkasında duruyorlar,” desem, ikide bir birbirlerinin arkasına geçen ibnelerden dem vuran bir yazara laf çaktığımı sanabilirsiniz; o hâlde bu kabil bir tanımlamadan uzak durayım. Gene de tüm kalbinizle, “Yetmiş milyon Türk, hep beraber onun ve ekibinin arkasındayız,” derseniz, paşa gönlünüz bilir. Bir şahsın hem milliyetçi hem sosyalist çizgide uzmanlaşabilmesine şaşırmayın, çünkü beklenmedik istikametlerde yelken açabilen İletişim Yayınevi sol gösterip sağ vurma mevzularında ustadır. Literatüre şovenist Marksistler diye yeni bir deyim armağan eden ve ilkesizliği ilke edinen şahısların desteğiyle, Nobel ödüllü yazarımıza daha nice ödüller verilmesini bekliyorum. Ömrü hayatında bir damlacık alın teri akıtmayan ama Marksizm bayraktarlığı yapan ve de Hale Soygazi çapında bir güzeli kafesleyen entelektüel fukara Murat Belge ile canlı yayınlarda birebir tartışmak ve edebi kifayetsizliğinin boyutlarını cümle âleme ispatlamak isterdim. İki tutam sakalıyla üniversite kürsülerinde dersler veren cafcaflı muhteremin akademik unvanlarını ben vermedim ki gocunayım. Hava karardıktan sonra zilzurna gezen nalbant arkadaşım Sinan, fosur fosur puro içtiği için kendisine purofüsür diyoruz, şimdiye dek yüzümüzü kara çıkartmadı. Zamanın Basın Yayın Genel Müdürü Burhan Asaf Belge’nin oğlu ve Türk Dil Kurumu’nun kurucularından Yakup Kadri’nin halasının oğlu sıfatıyla hort zort atan bu şahıs hakkında söyleyecek çok sözüm var ama mahkemelere ödeyecek param yok. DNA uzmanı değilim, genetikçilerle de düşüp kalkmadım, dolayısıyla kimsenin nesebi hakkında fikir yürütemem. Ne var ki Engin Ardıç’ın cep anlatı dizisi kapsamında yayınlanan kitaplarının tümünü okudum. “Teğel Teğel Hüzün” isimli yapıtta “Bayan Jaja, Ya da, Üvey Anan Koca mı Gördü?” başlıklı yazısında yekten Murat Belge’ye seslenen hergeleliğin duayeni Ardıç kuşu, namıdiğer fakir, geçmişin ünlü film yıldızlarından Zsa Zsa Gabor’un anılarını okumuş ve pek sık yaptığı gibi başka dergilerden/kitaplardan araklamak suretiyle bizleri de bilgilendirmiş. Belki, Nokta Dergisi’nde rewriting yapıyordum, derken bu tırtıklamaları kastediyordur. Okurken hayretler içinde kaldığım bu bilgileri sizle paylaşayım, yorumunu siz yapın. Önceleri CHP’de siyaset yapan, bilahare hidayete eren ve Adnan Menderes’in Demokrat Partisi saflarına geçen Burhan Asaf Bey’in bir zamanlar Marksistlikle iştigal eden oğlu Murat Belge tarihe çok meraklı biri izlenimi veriyor. Umarım bu tarihi bilgiler yüzünü kızartmaz. Hakk’ın rahmetine intikal eden Peder Bey’e yahut kendisine fırıldak demiyorum ama şu anki fikir yelpazesinin hangi yöne estiğini de öğrenmek isterdim. Meşhur Emmanuelle filminde oynayan Slyvia Kristel’in mabadına varıncaya değin tafsilatlı açıklamalar yapan, piçoz muhabbetlerin tellalı ve dahi tornistancı Enginar Dıç’ın işbu kitapta buyurduğuna göre Burhan Asaf Belge, bir sürü kişiyle evlenen bu cinsilatifin ilk kocasıymış. “Türk’e bu yakışırdı,” diyerek gururlanmayın, çünkü asortik kadının anılar kitabında yazdıklarını öğrenince hevesiniz kursağınızda kalacak. Tam dört sene süren bu birliktelik esnasında, ki 1935 yılında evlenmişler, 1939 yılında boşanmışlar; Burhan Asaf Bey’in eli Zsa Zsa dilberinin eline değmemiş. “Burhan, kocadan çok amca gibiydi. Beni okula gönderdi, dişlerimi yaptırdı,“ filan yazmış. Burhan Asaf Bey, Budapeşte Türk büyükelçiliğinde basın danışmanıyken tanışmışlar. Zsa Zsa 15 yaşında körpe kız, bizimki 43 yaşındaymış, yani arada 28 yaş farkı var. Tam on üç köpeği olan kızcağız, on dördüncüsünü getirmesine izin vermeyen babasıyla anlaşmazlığa düşünce evi terk etmiş ve Burhan Asaf Bey’e kaçmış. Ceketini alıp yurdundan çıkan Gabor yengemiz anılarında, “Burhan Bey hariç tüm kocalarıma âşık oldum, evliliğimiz boyunca Burhan’la hiç yatmadım,” yazıyormuş. CHP’den ayrıldıktan sonra Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’i Radyo Gazetesi’nde her gün savunan babasının akıbetini yoldaş Murat Belge anlatırsa bilgileniriz, zira dava arkadaşları Yassıada’da sürüm sürüm sürünüyorlardı. Her şeye karşın Mister Pamuk’un eserlerini hararetle tavsiye ediyorum, çünkü o denli bir işkenceye maruz kalırsanız, güllük gülistanlık bir yaşam sürdüğünüzü anlar ve mutlu olursunuz. Bizi mutsuz ederek mutluluğu öğreten burnu büyük yazara Allah zeval vermesin, tuttuğu teneke olsun, altın suyuna bandırsın, Yahudi tüccarlar vasıtasıyla hayranlarını dolandırsın. Âmin! İçimde ukde kalmasın, kusarsam belki rahatlarım: Mister Orhan Pamuk halk çocuğuysa, benim ne çocuğu olduğum tespit edilsin; yok ben halk çocuğuysam, onun ne çocuğu olduğu belirlensin. Horgeneral & Reziliazam Şenol Onay Türk Silahsız Kuvvetleri Başkomutanı senolonay@yahoo.com http://www.facebook.com/pages/Senol-Onay/271575893718
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Onay, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |