Her şey ancak sevgiyle satın alınabilmelidir. -Andre Gide |
|
||||||||||
|
Buraya son çare olarak geldim. İçimdeki yabancı durdurmak istese de aklım kararlı, içimi alt üst edeceğim, yaban sürgünleri koparacağım… Aklım bunları emretse de duygularım hemen beni ele geçiriyor, aklımın tüm gücünü elinden alıyor. Bir yanım buz kesiyor, öbür yanım ateşlerde. Sürekli gelgitler yaşıyorum. İnandığım her şeyi yakıp, yıkmaya hazırım. Çizdiğim yolları değiştiriyor, bilmediğim patikalara sapıyorum, kaybolma korkusu olmadan. Bilinmeyenin büyüsü kendine çağırıyor, ama gitmekten vazgeçip, tanıdık seslere koşuyorum, aklım karışıyor. Bedenim ve ruhum parçalanıyor. Bir kısır döngüdeyim. Bir çıkmaz sokakta. Öylesine çaresizim ki kentin ayakları altına atılan köhne mahalledeki bu gecekonduya sığındım. Bugüne kadar dikkatle ölçtüğüm, biçtiğim, yerli yerine koyduğum aklımı, yaramaz duygularım altüst etti. Yüreğimle yaşıyorum. İnsan zaten yüreği olmadan yaşayamaz sakın demeyin, yaşar!Yüreğinle yaşamanın yükü çok ağır. Artık taşıyamıyorum. İçimdeki derin acıyı sonlandırmak umuduyla sığındığım bu küçük odada ne zamandan beri bulunuyorum, hatırlamıyorum. Saatler, belki günler…Her tarafı ayna ile kaplı odada bedenim çoğalsa da ruhum tutsak… Bedenim ağırlaşan bir yük gibi kıpırdamıyor. Bacaklarımı hissetmiyorum… Kötürüm kalma korkusu silkeliyor, bedenim su verilen bitki gibi kıpırdansa da ruhum bedenime taş bağlıyor, derinlere hızla düşüyorum, nefes alamıyorum… Elimde sımsıkı tuttuğum şişeye bir çocuğun korkak yüreğiyle daha sıkı sarılıyorum. Minnet ve sevgiyle bakıyorum. Her şeyi bitirecek. Yüreğim ve bedenimi tutsaklıktan kurtaracak, kendimin efendisi olacağım. Buraya ölüm için geldim. Ruhum ölüme hazırlanıyor. Öyle birden bire gelen ölüme değil. Ya da yavaş yavaş… Hazırlandığım ölümün meleği benim… Zaman istemiyorum. Son dileği ne sormayacağım. Cellat benim! Çok geçmeden şişenin bir işe yaramayacağı korkusu bir yılan gibi içime çörekleniyor, yavaş yavaş zehrini akıtıyor. Annem aklıma düşüyor. Küçük sıska bedeniyle karşıma gelip oturuyor. Biliyorum bana kızgın. “Oku kızım, benim gibi olma” sözleri dökülüyor ağzından. Bu cümleyi belki bin defa tekrarlamıştı. Bana gözlerindeki hayal kırıklığı ile “Tahtını yaptım ama bahtını yapamadım”, der gibi bakıyor. Onun gibi olmak benim de en korktuğum şeydi. Annem gölge gibi yaşamış, ne bedeni ne ruhu rengini bulmuştu. Suç onun değildi. Prangalar bağlanmış, öyle yaşamak zorunda bırakılmıştı. Ama bana kanatlar takılmış, uçmam için kafesin kapıları açılmıştı. Kızlar en çok annelerine benziyor, özleri aynı, aynı hamurdan olunca ambalaj farklı olmuş, fark etmiyor. Değişim öyle kolay olmuyor, kadınlar yüreklerine ihanet etmiyor! Ben yüreğime ihanet etmek için buraya sığındım. Annem ise yüreğinin peşinden Erzurumlu Hoca, Sivaslı Hoca, Benli Hocalara babama büyü yaptırmak için giderdi. Ona okunmuş su içirir, ceket astarına muskalar diker, saçının telini bala katar da yedirirdi. Garip anneciğim. Bala attığı saç teli yüzünden babamdan bir ton sopa yemişti. O sopaya hiç üzülmedi. Çünkü babam, son anda fark etse de içinde saçının teli olan balı büyük bir iştahla yemişti. Bal tatlılık demekti. Muhabbetleri bol olacak, bal börek içinde geçinip gidecektiler. İstediği sadece “çıyan gözlü” dediği, Çerkez Melahat’tan babamın soğumasıydı. Gözü O’ndan başkasını görmesin isterdi. Babamın çıyan gözlüğüde ne bulduğunu bir türlü anlayamazdı.Oysa Melahat yaşam, annem ölümdü. Annem gerçek, Melahat masaldı. O nasırlaşan teniyle babamın tenini yırtarken, Melahat kadife yumuşaklığı ile okşardı. O kapılarını sımsıkı kapatırken, Melahat ardına kadar açardı. O gerçek, Melahat düştü. Babam, tatlı bir düşten uyanmak hiç istemedi. Her gece anason kokusuyla birlikte Melahat’ın kokusunu da getirirken, annem büyülerden mucize beklemekten hiç vazgeçmedi. Memeleri daha tomurcukken koynuna atıldığı bu adam tek toprağıydı. Babamın yüreğine sokulmak isterken, kendi yüreğine “Bu adamla mutlu muyum?” diye hiç sormadı. Kara kuru bedeniyle tenine batan, acıtan adamı hiç bırakmadı. Üstelik memlekette ne kadar büyücü varsa gitti, verdikleri büyüleri yaptı. Babama domuz yağından eşek diline, idrara kadar her şeyi yedirip içirse de, Melahat’tan vazgeçiremedi. Buna rağmen, yaptığı büyülerden hiç şüphelenmedi, Melahat’ın yaptırdığı büyülerin daha güçlü olduğuna inandı. Ona göre kör olasıca kadın babama papaz büyüsü yaptırmıştı, en derin hocanın bozması mümkün değildi. Şimdi annemi babamı da anlıyorum. Çaresizlik ve aşk insana her şeyi yaptırıyormuş. Eğitim 2 kere 2’yi öğretti ama yüreğime söz geçirmeyi öğretemedi. Ciltlerce kitap okudum ama burada kör cahil bir kadına sığındım. Öğrendiğim fizik, kimya, tarih vs vs… yüreğime söz geçirmeyi öğretemedi. Dengemi bulamıyorum. Aşkın aritmetiği yok. Kendimi aptal buluyorum, çok kızıyorum, hatta nefret ediyorum. Fakat tıpkı annem gibi büyüden mucize bekliyorum. İçimdeki acı yüreğimi parça parça ediyor, dayanamıyorum. Bir an evvel onu öldürmeli, dünyaya yeni gözlerini açmış bebek gibi olmalıyım. İnzivaya çekilen derviş gibi içimdeki tüm çamurları akıtmak, biriktirdiğim keşkelerimi, pişmanlıklarımı atmak, içimi havalandırmak ve onu herkes gibi hatırlamak istiyorum. Bütün mesele bu. Herkes gibi olmak istiyorum. Ben aykırıyım. İçimde kendimden bile fazla yer kaplayan O, herkes gibi olduğunda ben de herkes gibi olacağım. Büyücünün beklememi istediği bu odada ne zamandır bulunuyorum, bilmiyorum. Odanın tavanı, tüm duvarları ayna ile kaplı. Ne tarafa baksam kendi gözlerimle yüz yüze geliyorum. Alacakaranlık olan bu odada ne ben ne de eşyalar net. Birbirinin içine geçiyor, kendilerini saklıyor. Burada her şey gölgeleşiyor, sınırları dağılıyor. Kara bir leke gibiyim. Ayakkabılarımdan çıkan ses yankılanıyor, korkulu bir şarkı gibi içimi ürpertiyor, hint ezgilerine karışıyor. Aynaların her bir köşesinde kendini tanı yazısını fark ediyorum. Çarpık, özensiz bir yazıyla, “Kendini” küçük, “TANI” büyük harfle yazılmış. Belki de garip bir tesadüf, kendimize özen göstermiyoruz, kendimizi hiç büyütmüyoruz. Tanımak için kendimizi büyütmemiz gerekiyor. Büyümek öyle kolay değil. Kaçımız kendini tanıyor ki? Kendi olamayan bir insan kendini nasıl tanır? Kendisi olmasına izin verilmeyen insan kendini nasıl fark eder? Kendimizi unutarak yaşamak zorundayız. Biz kendimize ait değiliz. 3-4 yaşlarında babaannem her fırsatta cinsiyetimi hatırlatır, otur bakayım, “hanım kız ol” derdi. Oturmasam, yüzümde okkalı bir tokat patlardı.Ben de hemen tüm enerjimi hapsedip bir köşeye oturur, hayalimde bir koca yaratır, sessizce plastik bebeğimle oynar, iyi bir anne, eş taklidi yapardım. Başka hayaller için fırsat verilmediği için her gün aynı evciliği oynardım. Okula başladım, öğretmenlerin istediği gibi davrandım. İş hayatına atıldım. Evlendim. Babaannem haklıydı, benden istenen öz değişmemişti, “Hanım kız olmalıydım” ve cinsiyetime yüklenen görevleri eksiksiz yerine getirmeliydim. Birer birer maskeler taktım. Kendimi onların gözleriyle görüyor, gördüğüm karşısında acılar içerisinde kalıyordum. Taktığım maskeleri ne zaman çıkarmaya kalksam hep cezalandırıldım. Kimse gerçek bir yüz görmeye dayanamıyor.Maskeli baloda maskeleri çıkarmak yasak. Benim maskem annemin gibi “Hanım kız maskesi”… Annem de “ İyi bir anne, eş, gelin” maskelerini taktı, yüzünü unuttu. Yüzünü unutan kadınlar yüreğini de unutur… Ben yüzümü unutmamak için maskelerimi yırtıp attım. Aşk kendini tanımanı, kendin olmanı sağlıyor, ayna oluyor yüreğine… Deli cesareti gelen yüreğinle maskelerini attığında, gerçek yüzün şaşırtıyor. O kabuklarımı soydu, yer altı sularımı ortaya çıkardı, Mevlana’nın dediği gibi, hamdım, piştim… Kuru bir nehir yatağı olan yüreğime onunla sular doldu, toprağımda çiçekler bitti. Lakin zaman her şeyi çürütüyor, toprağına katıyor. Aşk doğanın en çelimsiz çocuğu. Beslemediğin, özen göstermediğin zaman hastalanıyor. Benim de yüreğim hasta. Gülleri kırıldı, böcekler sardı, ihanetin paslı çivisi yüreğimi felç etti. Yabani otlar saran toprağımı nadasa bırakmalıyım. Boşuna uğraşlarım. Yorgun olunca toprak ne güneş, ne su ile açamıyor çiçeklerini. Su yataklarım kurudu. Durgun bir su gibi yüreğim, akmıyor, çağlamıyor, kirlenmeye başladı. İçimde öldürmeye çalıştığım çocuk belki bir ölü, çürük kokusu içimi bulandırıyor… Aynaları kırıyorum. Ayna parçalarından yansıyan hangisi benim bilmiyorum. Onunla öyle karıştım ki… Kendimi kaybettim, beni ele geçirdi. İçinde eritti ve artık kendi tadımı unuttum. Eskisi gibi olamayacağımı biliyorum. Aşk kimyamı değiştirdi. Şimdi, kendi karışımımı yaratmak istiyorum. Biraz korku duyuyorum. O yüreğimden sökülürken, kanlar içinde kalan yüreğimi kurtaracak mıyım? Ondan sonra ne yapacağım? Toprağımda başka tohumlar kök salacak mı? Özlemi bir bıçak gibi yine sokuluyor içime. Bu korku tüm enerjimi emiyor, canlı canlı gömmeye hazırlanıyorum? Yüreğim boşaldığında bedenim de boşalacak, bu ıssızlıkta ne yapacağım? Vazgeçme korkum beni köşeye sıkıştırıyor, yan odada başka bir müşteriyle ilgilenen büyücünün bir an önce gelmesini istiyorum. Hafif hafif seslerini duyuyorum. Burada bir kozadayım, dönüşümü bekliyorum… Aynanın karşısında duran kanepeye oturuyorum. Renkler, siyahın içinde eriyip gitmiş. Tavandan sarkan iplerde kuş tüyleri, boncuklar, çanlar var. Hafif bir esintiyle uçuşuyor, tatlı bir ses çıkarıyor. Bu seslerin kötü ruhları kovduğuna inanılıyor. İçimde beni ele geçiren şeytanı kovacak mı? Kendimi kandırdığımı ilk defa hissediyorum. Ruhunu satan benim… Gitmesi için kapıları açmadım. Niye yüreğimde sımsıkı tuttum? Duvarlarımı deldi, tüneller kazdı. Niye korkuyorum uğurlamaktan? Bana ne katıyor? Neyi paylaşıyorum? Uçurum kenarında gezinen yaşam onunla mı vazgeçiyor atlamaktan? Bu sorularıma hala kaçamak cevaplar veriyorum. Onun sırçaları döküldükçe tamir etmeye çalıştım. Kırıldıkça yapıştırdım. Duvarlar ördükçe yıktım, kaçtıkça yakalamaya çalıştım. Binbir suratını fark edemedim…Aslında onda yoktum. Belki ben de olmayan birisini sevdim. Ya da benim içimde de kimse yoktu. Bu kahramanı ben yarattım. Masal kahramanları nasıl kusursuzsa, ben de kusursuz bir aşk kahramanı yarattım. Bu bir yanılsama! Keskin bir hayal kırıklığı içimi kesiyor. Çok yoruldum. Elimi kaldıracak halim yok. Öylece yatağa sığınıp herşeyi unutmak istiyorum. Yaşam akıp giderken pencerenin arkasında dokunmasını istemiyorum. Göz kapaklarım ağırlaşıyor, vücudum teslim olmaya hazır, uykunun derinliklerinde onu kaybetmek istiyorum. Uyandığımda onu hatırlamak istemiyorum. Tıpkı bir düşten uyanır gibi uyanmak, güne onsuz başlamak istiyorum. Düşler… Onu nasıl hatırlayacağım? En çok neyini özleyeceğim? İnce bir sızı dolaşıyor içimde. Oradan kaçarcasına gitmek istiyorum. Bir gün daha geciktirmek istiyorum ölümü… Neden? Cevabım korkutuyor… Kahramanımı öldürme vakti yaklaşırken, aynaların önüne konmuş heykellerin kalbine saplanmış tütsü oklarından yayılan koku içimi eşeliyor… Kokular… Nedense onun kokusunu duymak istiyorum. Bir bebeğin kokusu annesine nasıl dayanılmaz gelirse ben de onun kokusunu duymak istiyorum. Sadece onun. Boynuna burnumu dayayıp oracıkta saatlerce kalmak istiyorum. Her insanın kokusu farklı olur, derler.Gözlerimi bağlasalar ve onlarca kişiyi koklasam onu kokusundan tanırım. Diğer kokulara burnum köreldi. Dünya o kokuyor… İşte yine aklımın sesini duygularımın gürültüsünde duymaz oldum. Biraz önce ne hissediyordum, şimdi ne? Ondan kurtulmak için sığındığım bu yerde bile onu özlüyorum. Yüreğim lunapark gibi kalabalığı seviyor… Çoşan ırmakta bir tahta parçası olmayı seviyor. Ateşlerin üzerinde yürümeyi seviyor, karışmayı seviyor… Tutkuyu, yok olmayı ve küllerimden yeniden doğmayı seviyor... Aşk özlemektir. Eksikliğini hissetmektir. Burası bile onsuz ne kadar soğuk, tatsız geliyor. Aynada güzel yüzü beliriyor. Görmemek için gözlerimi kapatıyorum. Fakat dayanamayıp tekrar açıyorum. Onun en çok bana bakarken rengi daha da koyulaşan gözlerini seviyorum. Yaşanmış gözlerinden öpmek istiyorum. İçimde yeniden çoğalıyor. Öyle çoğalıyor ki kendime yer bırakmıyor. Ben aslında yokum… İşte yine ona gidiyor içim… Anlamsızlaşıyor her şey… Elimde tuttuğum şişeye düşman gözlerle bakıyorum. Annemin yıpranan yüzü beliriyor, gelgitlerime kızıyor. Şişeyi gösteriyor ve tutsaklıktan kurtulmamı söylüyor. Düşüncelerimden sıyrılıp, yan odadaki seslere dikkat kesiliyorum. Kendime benzeyen insanlara rastlamak isteği ile büyücünün ilgilendiği müşterinin neden geldiğini bilmek istiyorum. Duyabilmek için iyice kapıya yaklaşıyorum. O da bir kadın. Hiç kırılıp dökülmemiş, şımarık sesini duyunca içim acıyor. Yüreği ağrımamış belli. Derdi başkasının yüreğini ağrıtmak. Tıpkı Melahat teyze gibi. O da annem gibi büyücüye gider, büyüler yapar mıydı? Gözümün önüne babamın kara kuru, hastalıklı hali geliyor. Hatırlıyorum, babam yatağa düştüğünde bir kamyonete üç beş eşyasını yükleyip, Eskişehir’i hemen terk etmişti. Yıllar sonra İzmir’de olduğunu duyduk. Bir hacı ile evlenmişti. Hey gidi Melahat teyze… Onun gittiği gün ilk defa annemin başını dik gördüm. Gözlerinde intikam zaferi vardı. O seni hiç sevmedi der gibi çekip gittiğini babama hemen söylemişti. Babam bir günde yatağında küçülüverdi. O günden sonra ölümü hızlandı sanki. Düşlerini kaybetmişti. Gerçekte yaşamak istemiyordu. Gerçek ruhunu öldürmüştü, bedenin ne önemi vardı? Annem büyücülerden elini eteğini çekti. Yatağında bir bebek gibi yatan adam sonunda anneme bağımlıydı. Annem bunun tadını çıkardı. Yılların acısını çıkarır gibi babama eskisi gibi hiç davranmadı. Yüreğinde biriken, kabaran acısını öfkesini her fırsatta kustu. Son olarak, büyücüye babamın ne zaman öleceğini sormak için gitti. Büyücü, “Allah bilir”, dediğinde, annemin gözlerinde ölümün uzun süreceği korkusunu gördüm… Şimdi aynı korkuyu duyuyordum. Onu içimde öldürmeyi başaramazsam, ne yapacaktım? Aklım korkmuyordu. Sevdaların zamanın değirmeninde öğütüldüğünü, ciddiye alınmaması gerektiğini biliyordu. Yürek işte…Delilenir ve durulurdu. Yaralanır yarası kapanırdı. Lakin kendini büyütmeyen kadınlar yüreklerini kanatmayı seviyor. Tıpkı annem gibi benim gibi. Hiç çocukluğumu yaşamasam da yüreğim niye çocuk kaldı? Kulaklarımı çeke çeke kendimi niye büyütemedim? Kendimle yüzleşmek acı verse de, yüzleşmeliydim. Yüreğimin çatlaklarını kırıklara dönüştürmek yerine, kapatmalıydım. Herşeyi hatırlamak yerine, biraz unutmalıydım. Unutkan kadınlar, yüreklerini de unutur. Maskeli baloya geri dönmeliyim… Avucumda sımsıkı kavradığım şişeyi hatırlıyorum. Kırılma ihtimali korkutuyor, daha sıkı kavrıyorum. Bu gelgitlere son vermeliyim. Büyücünün bir an önce buraya gelmesini istiyorum. Gürültüler çıkarmaya başlıyorum. Sıkıntıdan patlamak üzereyim. Büyücü az sonra odaya geliyor. Onları gözetlediğimi fark ettiğini gözlerindeki kurnazlıktan anlıyorum. Umursamıyor, bir şey söylemiyor. Ben de, az önce konuştuğu müşteriyi kastederek, babamın sevgilisi Melahat teyzeye benzettiğimi söylüyorum. O da yüreğini kanatmayan bir kadındı. Aşırı bir sevinci vardı. Kahkahasını yedi mahalle duyardı. Yaşıtlarına göre sıra dışıydı. Japone kollu elbise giyer, saçını sanki şapka varmış gibi kocaman topuz yapar, yüzüklerle süslediği ellerini hiç ojesiz bırakmaz- hatta onun tırnaklarının hep kırmızı olduğuna inanmıştım-, pazara bile dudaklarında kırmızı ruju olmadan gitmezdi. “En iyisi lazımlık tepesinde can versin” dediği erkeklerle oynaşır, onlara asla teslim olmazdı. Ama babam Melahat’ın onu çok sevdiğine inanırdı. Oysa O, Melahat teyze için sadece sıcak bir çorba, iyi kötü bir dam altıydı Aslında annem için de öyleydi. Kanatları bağlı güvercin gibi uçamayan kadınlar yürekleriyle sevebilirler mi? Öylesine dalmıştım ki…Büyücüye çocukluğumda kalan kadınları niye anlatıyordum ki… Bunlar çocukluk yaralarımdı. Fay hatlarımdı. Büyücü kadını yüzüme neler söylüyor, der gibi bakarken buldum. Beni anlayamazdı. Bir kere anılarımın boruları patlamış her tarafıma sızmıştı, onları temizlemeliydim. Yüreğim ve bedenimi hafifletmeli, içimi bağlayan zincirleri sökmeli, boğazıma dayanan bıçağı kırmalıyım… Elimdeki küçük şişeyi birden yere düşürüyorum, içerisini garip bir koku kaplıyor. Yere atıyorum kendimi cam kırıklarının arasında dağılan sıvıyı toplamaya çalışıyorum, ellerim kan içerisinde kalıyor. Büyücünün, “merak etme birazdan bir tane daha getiririm, onlarca şişe var” sözleri kulaklarımda yankılanıyor. Fakat bir türlü ikna olmuyorum. “Son şansım buydu, yüreğimdeki yükten kurtulacaktım.” diye ağlamaya başlıyorum. Bir taraftan da “İçimdeki şeytanı öldürmem gerekiyor” diyorum. Büyücü kadının getirdiği yeni şişeye adeta yapışıyorum. Küçücük şişe ile her şey değişecek. Herkes gibi olmak istiyorum. Ona yabancı gözlerle bakacaktım. Sesimdeki buğu da gidecekti. İçimin titremesi sona erecekti. Birden ona acıdım. Kimse onu benim gibi sevmeyecekti. Hüzünlenmiştim. Gözlerimden alev gibi gözyaşları dökülüyordu. Hüngür hüngür ağlıyordum. Bir ölüm törenine hazırlanıyordum. Katili bendim. Cenazeye timsah gözyaşları döküyordum. Büyücü kadın, “ Biraz daha kalın, sıkılmayın ağlayın...dediğinde bir robot gibi yine kanepeye uzanıyor ve uykuya sığınıyorum. Rüyamda küçücük şişe beni de içine alarak dev bir şişeye dönüşüyor, fokurdayan sıvının içinde boğuluyorum. Boğulurken içimdeki yabancıyla birlikte öleceğimi düşünüyorum. Onu öldürmek isterken birlikte ölüyoruz. Bu fikir hiç de acı vermiyor. Birlikte ölmek ne güzel olurdu. Ya ölüm bitiş değilse? Onu yine içimde hissedersem. Üstelik sonsuza kadar… Rüyalarımdan kaçarcasına uyanıyorum. Burası sığınağım olmuştu. Belki de inzivaya çekildiğim yer. Derviş sabrı ile iç yolculuğuma çıkmalıydım. Dağlarımı aşmalı, derin uçurumlardan geçmeli, gölgeli bir ırmağın kenarında doğaya teslim olmalıydım. Önce yavaşca kapılarımı açıp, misafirliğiniz buraya kadar, özür dilerim, deyip yolcu etmeliydim. Asla bir daha geriye bakmamalıydım. Geriye bakmanın bir anlamı yoktur. Bilirsiniz gidenler bir daha asla eski halleriyle dönmezler. Siz de eski siz olmazsınız. Anılarda hatırladığınız şeyler bir daha tekrarlanması, hissedilmesi mümkün olmayan şeylerdir. Hatta şaşırtır sizi. Kendinizi tanıyamazsınız. Duyguların rengi değiştikçe acılarınız da hafifler. Tabii bunları düşünmek herşeyi halletmiyor…Güzel aklımın fikirleri bunlar. Duygularım her zaman ki gibi geçip karşılarına alay etmeye başladı bile. Hemen avucumdaki küçük şişeye sarılıyorum. O küçük kurtarıcım… Kendime geldiğimde ayna ile kaplı odanın tavanında kendimle karşılaşıyorum. Yüreğimde aynı acı ve hazla… Değişen hiçbir şey yok… Büyücü: “Sana bir sır vereyim mi” diyor “Yaptığım büyülerin hepsi zırva şeyler. Şu sıvı sadece şekerli su, biraz da tadını kötüleştirmesi için sirkeden ibaret, diye açıklama getiriyor. Büyücü ne derse desin ona inanmak istemiyorum. “Aşk da bir aldatmacadır. Aşık olduğun kişinin hiçbir sihiri yoktur, tıpkı bu şekerli su gibi ama bir türlü görmek istemezsin, ondan mucize beklersin. Mucize sensin aslında. Bu sevgiyi yüreğinde büyüten sihir sensin…O sihiri de ancak sen bozabilirsin. Bir başkası ya da büyü değil. Aşk zamana yenilse de yapışırsın. Ne büyük tuzaktır alışmak… Çıkmaz sokaklara götürse de gidersin ardından. Sıradanlaşsa da her şey bilmediklerinin korkusu ürkütür, daha bir sokulursun. Verdiğin her cevapla içindeki fayların kırılacağını, sarsılacağını bilirsin. O yüzden sorgusuz sualsiz yaşamaktan ahmaklaşsa da yüreğin alışır kuş tüyü yatağına, yüreğinde güzel o, seninle güzel… Belki de bir şeytan...Ahh yürek kimleri tahta çıkarır. Haketmeyenlere ne taçlar giydirir.” Ağzımda bir türlü adını bulamadığım bir lezzeti duymak ister gibi sihiri yaratan bendim. Issız yüreğimde kendi ayak seslerimi duymak istiyorum. İçimde fokurdayan sular soğusa da…Fırtına sonrası dinginlik… Kimsesizlik olsa da… Çocuk yüreğim yine sevecek… Aşkla yüreğim kozasından çıkan kelebek olmalı, ömrü bir gün de olsa yaşamı uzunluğu değil, yaşananlar kutsuyor… 13.01.2008
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şükran Kaba, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |