Dilerim, tüm yaşamınız boyunca yaşarsınız. -Swift |
|
||||||||||
|
Bazı insanlar vardır, içinde bulundukları kurum ve oturdukları makam, ancak onların varlığıyla hayat bulur. İsimleri o kurum ve makamın olmazsa olmaz tamamlayıcıdır. Öyle ki bu vasıfları, fâni ömürleri sona erdiğinde daha da çok öne çıkar. Bazan da öylesine insanlar görürsünüz ki, yüce bir kurumun bütün kazanımlarını, yetersizlikleri ve hırslarıyla kısa bir zamanda kemirir bitirirler. Bu insan manzaralarını,toplumun sosyal, siyasi, ekonomik, kültür, sanat v.d. bütün kesimlerinde olanca bolluğuyla günbegün izliyoruz. İşte bunlardan biri; yani içinde bulunduğu kurumu, zor günlerde teslim alıp, ekmek kapısı işinden kalan bütün zamanını oraya adayarak, âdeta yeniden ihya eden bir isim EMİN ONGAN… Bu isim, bu gün yaşı kırk’ ın üzerinde olan insanlarımızca çok iyi bilinir. Ancak genç kuşakların çoğunun, belki de yaşadığından bile haberdar olmadığı, bir büyük gönül ve ideal adamıdır. Belki içlerinde Türk musıkîsine yakınlığı olanların , bestelerinden tanıdıkları ve diğer özelliklerini hiç duymadıkları, ancak bu musıki ile şöyle veya böyle ilgilenen herkesin tanıması gereken bir altın isimdir o. Sene 1978 dir. Memuriyetin gereği olarak o yıl tayinim İstanbul’ a çıkar. Çocukluğumun ilk günlerinden itibaren büyük bir ilgiyle bağlandığım Türk musıkisinin beşiği şehre gelmişimdir artık. O yıllarda İstanbul dışında bu günkü kadar yaygın musıki dernekleri olmadığından , bizler bu merakımızı ancak radyo, tv izleyerek ya da plâk, kaset dinlemek suretiyle giderirdik. Daha İstanbul’ a geldiğimin ilk ayı içinde , artık hiç olmazsa bir musıki cemiyetine katılıp, oradaki meşklerden yararlamanın yolunu düşünüyordum. Tabii bunlardan kuşkusuz ilk akla geleni Üsküdar Musıki Cemiyeti idi. Araştırdım; oraya girmek o kadar kolay bir şey değildi. Çünkü Türk Musıkisi Devlet Konservatuarı kurulalı henüz iki yıl olmuşsa da, henüz sistemini tam kuramamıştı. Bu yüzden, Üsküdar Musıkî Cemiyeti (ÜMC) geçmişteki misyonuyla yine bir Konservatuvar gibi hizmet vermeye devam ediyordu. Bu yüzden günümüzde pek çok Musıki Cemiyeti’ nde olduğu gibi, “ ne olursan ol; gel” gibi bir anlayışın olmadığını , oraya devam eden bazı kimselerden öğrendim. O gün için kendimde bu cesareti göremediğimden, daha mazbut bir derneğe kaydoldum. Bu derneğe devam ettiğim iki senelik zaman içinde, musıkimizin temel bilgileri itibariyle bir şeyler öğrendim. Ancak, orada bir takım anlamsız klikleşmeler ve dernek yönetimindeki bazı kişilerin kompleks ve kaprisleri sebebiyle içimde ÜMC’ ye karşı dayanılmaz bir merak ve arzu uyandı. Takvimlerin 29 Mayıs 1980’i gösterdiği bir Cumartesi günü, ÜMC’ nin kapısını çaldım. Binaya girdiğimde, içerideki düzeyli kalabalığın, telaşlı ve sevinçli hareketleri , beni tam anlamıyla akademik bir ortamda bulunduğuma inandırdı. Cemiyetin II. Başkanı rahmetli Reha Gizey’ in odasında, önce kulak ritim testini verirken, içeriye minyon tipli, ancak karşısındakine heybet ve saygı hissi veren yetmişli yaşlarda şirin bir beyefendi girdi. Basındaki fotograflarından tanıdığım kadarıyla , bu Emin Ongan idi. Hemen oradaki bir koltuğa oturdu ve romatizmal bir rahatsızlıktan dolayı deforme olmuş, ancak son derecede şirin ellerini çenesinde gezdirerek beni tepeden aşağı, bir kişilik analizi yaparcasına süzüyordu. Reha Bey benden bir eser okumamı istedi. Daha önce hazırlandığım, Tâb’ i Mustafa Efendi’ nin Beyâti Yürük Semâisi “ Gül yüzlülerin şevkıne “ nin birinci kıtasını okudum; ikinci kıt’ aya geçerken, Hocamız Reha Bey’ e olumlu bir mimikle görüşünü belirtti. Artık ÜMC’ li olmuştum. Sanki ÖSS’ yi kazanmış bir öğrenci gibi tarifsiz bir sevinç ve heyecan içindeydim. Artık her salı ve Perşembe günleri 17.00-19.00 ve her Cumartesi 13.00- 19.00 satleri arasında, bir dernek değil de , ciddi bir konservatuvar öğrenimi hayatım başlamıştı. O yıllarda Cemiyet A, B, C olarak kategorize edilmiş üç sınıftan oluşuyordu. A (Hazırlık) sınıfında hocamız Metin Özşamlı idi. Özellikle Cumartesi günleri birer saatlik, edebiyat, nazariyat, usul, solfej dersleri sonrasında, diğer günlerde olduğu gibi, iki saatlik meşk dersleri başlıyordu. Daha o günlerde ilk olarak öğrendiğim, musıkimizin sadece şarkı söylemek olmadığı, bunun için de gerekli birikimi sağlayacak bir alt yapı çalışmasına ihtiyaç olduğu idi. Normalde her sınıfta bir yıllık öğrenimden sonra, yapılacak sınav sonrasında bir üst sınıfa geçilirken, üst sınıflardaki kadro yetersizliğinden dolayı zaman zaman takviyeler yapılırdı. Ben bu şansı hem A, hem de B sınıflarında iken, iki kere yakaladım. Dolayısıyla da, normal şartlarda ancak iki yıl sonra ulaşabileceğim Hocamızın C (Koro) sınıfına dokuz ay gibi oldukça kısa bir sürede erişme şansını yakaladım. Cemiyet’ e katılışımdan üç ay sonra, B sınıfı hocamız sevgili RefikAkbulut’ un sınıfına geldim. Refik Hoca, öğretmenlik formasyonu olan son derecede kibar ve espritüel bir şahsiyetti. Profesyonel mesleği ise ,İstanbul Belediye Konsevatuvarı icra heyeti sanatçılığı idi. Daha sonra buradan TRT İstanbul Radyosu ses sanatçılığına yatay geçiş yapacaktı. Cemiyet’ in bütün sınıflarında, özellikle meşk edilecek eserlerin seçimi ve diğer müfredat, bizzat Emin Hoca’ nın gözetiminde yürütülür ve öğretim plânının uygulanmasını kendisi titizlikle izlerdi. Ancak Refik Hoca zaman zaman bu programa bağlı kalmaksızın,” Ömrümüzün son saati çalmadan gel”,” Günbegün yaşanan o hâtırayı”, “ Bir selam göndersem seher yeliyle” gibi günün popüler ve fantezi eserlerini repertuvarına koyar ve onları geçerdi. Emin Hocamız ise, kendi sınıfındaki dersin yönetimini zaman zaman rahmetli Şeref Çakar Hoca’ ya bırakarak, alt sınıflara denetim amaçlı, habersiz ve ani baskınlar yapardı. Bu baskınların hepsinde de, B sınıfı olarak, şarkının en heyecanlı yerinde iken, kapı açılıpta Hocamız göründüğünde, aniden susar ve sanki bir ölüm sessizliği yaşardık. Emin Hoca, bir süre sadece gözleri ile, Refik Hoca’ yı sigaya çektikten sonra, bütün beyefendiliği gibi, kendisine çok yakışan seviyeli ve sempatik küfürleriyle hışmını, öfkesini döker ve kapıyı çarpıp, çıkar giderdi. Refik Hocamız bu durum karşısında kıpkırmızı olan suratını göğsünün üzerine yıkar ve muzip bir gülümseme ile karşılık verirdi. Altı ay devam ettiğim B sınıfında halimizden oldukça memnun idik. Çünkü Refik Akbulut’ un dersleri, hocamızın öğretmen formasyonluğu ve espritüel kimliği ile adeta bir şölene dönüşüyordu. Yine bu derslerden birisinde, aniden kapı açıldı, içeriye giren Emin Hocamız’ dan başkası değildi. O akşam derste Hacı Arif Bey’ in Hüzzâm “Meftûn olalı sen şeh-i hûbanı cihâne” şarkısını geçiyorduk. Bir süre sınıfın çalışmasını izledikten sonra, bu eseri solo olarak yorumlayacak bir bayan olup olmadığı sordu. Leylâ Ertaş kardeşimiz tereddütsüz bir cesaretle hemen atıldı ve şarkıyı belli bir bölüme kadar okudu. Hemen sonrasında, bir de kendi tabiriyle “ bir babayiğit” arıyorum dedi. Ben de, her halde cehaletin verdiği cesaretle ortaya çıktım. Muzip bir tebessüm ile beni tepeden tırnağa süzdükten sonra, buyur bakalım dedi. Ben de aynı şarkıyı bir bölüme kadar okudum, tamam dedi. Sonrasında, aynı sınavdan birkaç arkadaşımız daha geçti. Dersin ortasında , doğru icra sınıfına komutunu aldık ve kendisinin rahle-i tedrisine başladık. Meğerse Hocamız, icra korosunun elemanları azaldığında aynı metodla yeni elemanları bu yoldan temin edermiş. Bunu o sınıftaki kıdemli arkadaşlarımızdan öğrendik. Aradan bir on, bilemediniz onbeş gün geçtikten sonra, koroya yeni katılanlar olarak, sanki kazanılmış bir hakmış gibi, alt sınıftaki edebiyat, nazariyat, usul ve solfej gibi devam eden bütün öğrenimimizi bir kenara bırakıp, usta birer korist gibi sadece meşk derslerine devam ediyorduk. Ancak bu rüyadan bizi uyandıran yine kendisi oldu. Bir gün konser provalarında birkaç şarkı geçtikten sonra, hocamız bir anda hiddetlendi ve biz yeni öğrencilerin yüzüne tek tek öfke ile bakıp, şiddetli bir sesle, alt sınıftaki derslerimize devam etmediğimizi öğrendiğini, bu nedenle hiç vakit geçirmeden tekrar B sınıfına gitmemiz için bizlere kapıyı gösterdi. Süklüm püklüm hep berber geldiğimiz sınıfa döndük. Bu bizler için oldukça onur kırıcı bir hal ise de, bunu fazlasıyla haketmiştik. Neyse, aradan yine iki haftalık bir zaman geçtikten sonra, kendisinin talimatı sonucunda idare kanalı ile yeniden icra sınıfına dönmemizi istemesi bizleri oldukça mutlu etti. Tabii ki bizde hatamızdan döndük ve ilk günkü heyecanla o derslerimizin üzerine eğildik ve aksatmadık. İcra sınıfı bir Cemiyet’ ten ziyâde, adeta bir klâsik koro ciddiyetinde çalışıyordu. Hocamızla birlikte ,birkaç saz hariç, tamamı pür amatör olan topluluk, çalışmalarda sanki profesyonel müzisyen zihniyet ve eforu ile çalışıyordu. Emin Hoca, meşk derslerini oldukça tatlı sert bir tavırda verirdi. Nota sayfalarının sadece sazların önünde bulunmasını ister, koristlerin önünde nota bulunmasına asla tahammül edemezdi. Hemen hemen her derste, türk musıkisinin bir “kulak” ve “ usül” musıkisi olduğunu ısrarla ve usanmadan tekrar eder, bunun da ancak “ fem- i muhsin “, bu günkü Türkçe’ ye “ ihsan edici, güzel bir ağız” yani bir ustadan dinlemekle elde edilebileceğine işaret ederdi. Bu sebeple de özellikle eseri geçerken muhakkak usul vurmayı, nağmelerin ancak bu yolla zihinde kalabileceğini vurgulardı. Geçilecek eserin önce güftesini okur ve koristlere yazdırır, akabinde sazların akort uyumuna bakar, en ufak bir uyuşmazlıkta bile ısrarla mükemmel bir akort sağlanmasına dikkat ederdi. Daha sonra eserin zeminini kendine özgü pek güzel olmayan, kısık bir sesle, ancak oldukça güzel bir üslup ve tavırla belli belirsiz, en fazla üç kez okurdu. Koristler bu okuyuşu adeta can kullağı ile dinler, daha sonra Hocamız sınıfın en deneyimli ve yetenekli hanım ve erkek seslerinden başlamak üzere, seçtiği kişilere o bölümü okuttururdu. Daha sonra nakarat ve meyânı da aynı şekilde tekrar ettirdikten sonra, eserin tamamını bir kerede geçtikten sonra , aynı metodla bir başka şarkıyı öğretirdi. Bu konser veya radyo emisyonu için belirlediği repertuvarın gerçekleşmesine kadar, her derste devam ederdi. Bu çalışmalar esnasında nota veya güfte konusunda aklına yatmayan hususlarda bir çözüm bulamaz ise, hemen görevli arkadaşımıza “ Hanende” cildini ve eserin değişik versiyonundaki bütün notalarıını getirtir ve onlar üzerinde bir inceleme yaptıktan sonra icranın ne şekilde yapılacağına karar verirdi. En ufak bir falsoyu kabullenemez, özellikle bu sesi çıkaran sazlara, en hafifinden bir “çüşşşşş!...” çekerdi. Hocamız o kadar zarif ve kibar bir insandı ki, böylesine tabir bir başka ağızda ne kadar antipatik bir tepki doğurursa doğursun, hocamızın ağzında bir ikaz sevimliliğinden öteye geçmezdi. Bazı sazlar ve özellikle kemanî Varujan bey, Hocamızdan belli bir zaman zarfında böyle bir ikaz almadıklarında, kendisinin tabiri ile “kaşınırlar” ve bilhassa kakafonik bir ses çıkararak bu zılgıtı yerler ve rahatlarlardı. O dönemin ünlü ritm sazı sevgili Güngör Hoşses de bütün şirinliği ve aksiyonu ile hemen hemen her derste, hocamızla âdeta bir orta oyunu aktörleri imişcesine espri fırtınaları estirirlerdi. Yine İstanbul Radyosunun usta sazları rahmetli Ekrem Erdoğru, Nuri Gün, Nedim İçöz, Hüsnü Anıl v.b isimler Cemiyet çalışmalarının sürekli müdavimleri idi. Bunların dışında, özellikle Cumartesi günleri Cemiyet, başta rahmetli Avni Anıl olmak üzere,İnci Çayırlı, Cüneyt Orhon, Cüneyt Kosal, Ahmet Özhan, Tuğrul İnançer gibi isimlerin akınına uğrardı. Tabii bunda en önemli etken muhterem Hocamıza duydukları sevgi, saygı ve vefâ duyguları idi. Sadık bir sigara tiryakisi olan Hocamız, ders içindeki ilk yarım saatlik bir zaman dilimi içerisinde neşeli veya üzgün olduğu anın zirvesinde elini cebine atar, daha sigara paketine ulaşmadan, Erdoğan Ataözden ağbimiz, oturduğu korist bölümünden ani bir atakla adeta depar yaparcasına Hocamızın yanına koşar ve cebinden çıkardığı çakmağı ile sigarasını yakardı. Hocamız da buna karşı gülen gözleri ile, teşekkür ederdi. Bazan kendisince işler iyi gitmediği zaman çıkardığı sigarasını yakmaya gelen Erdoğan Bey’ i bile terslediğine şahid olmuşuzdur. O da böyle bir davranış karşısında, bir evladın babasına gösterdiği tepki kabilinden , sınıfın kapısını açar ve bir dahaki derste son bulacak bir “küslük” moduna girerdi. Derslerin bitiminde, Cemiyetten çıkıp evimize giderken, Hocamızın o güzel ellerinden öpmek için bir protokol oluşur ve büyük bir intizam içinde yerine getirilir ve bir sonraki ders sabırsızlıkla beklenirdi. Konserlerle ve radyo emisyonlarında son derecede titizdi. Hemen hemen her konser öncesi mutlaka siyah çorap giyilmesini isterdi. Hele siyah takım elbisenin altına birisi “ beyaz “ çorap giymişse vay onun haline, onu hiç affetmezdi. Cemiyetin periyodik olarak ayda bir yaptığı TRT İstanbul Radyosu’ ndaki emisyonları için bütün ekibi belli bir satte beklerdi. Cemiyet çalışmalarının bütününde olduğu gibi koyduğu prensip; “ Cemiyet’ i işinize göre değil; işinizi Cemiyet’ e göre ayarlayacaksınız” idi. Yani önce Cemiyet. Bu kurala ayak uyduramayanların ise zaten Cemiyet hayatını sürdürmeleri mümkün değildi. Radyo emisyonları, inanılmaz bir düzgün icra şeklinde, sanki canlı yayındaymışcasına, tekrar başa dönülmeksizin, neredeyse yayın saati süresi içinde biterdi. Bu da tabii ki Hocamızın ne kadar işinin ehli olduğunun belirgin bir göstergesi idi. Böylesine bir ortamda devam eden çalışmalarımız, 1984 senesine kadar devam etti. O yıl, Hocamızın sağlık durumunun iyiden iyiye bozulmasıyla, meşkleri bizzat yönetemediğinden, şefliği arka plânda kendisinin bizzat nezaretinde rahmetli Şeref Çakar Hoca’ ya devretti. 1985 senesinin başında ise Hocamızın sağlık düzeni iyiden iyiye bozuldu ve Şubat ayının 2. günü Hakkın rahmetine kavuştu. Cemiyet’ te artık hiçbir şeyin onun sağlığında olduğu gibi devam etmeyeceği belliydi. Nitekim öyle de oldu. Cemiyet o günden bu yana, oldukça çalkantılı dönemler geçirdiyse de, sevindirici olan husus bu gün varlığını sürdürmesidir. Önümüzdeki günlerde Hocamız’ ın vefatının 25. yıldönümü. Gönül arzu eder ki Cemiyet, onun ismine yakışır bir etkinlik zincirinde bu seneyi neredeyse her günü ile değerlendirir. Bu zaten, Cemiyeti bu gün yönetmekte olan kadronun, hem vefâ borcu ve hemde aslî görevidir. Bir yıl içinde Hocamızın aziz hâtırasını dile getirecek Konserler, konferanslar, seminerler , sergiler ve diğer etkinlikler yaşanmalıdır. Onu tanıyanlar ve sevenler ve öğrencileri olarak bu bizim en doğal hakkımız; bekliyoruz ve göreceğiz.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Zeki Çavdaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |