"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun |
|
||||||||||
|
Sevda, bir taşın başına oturmuş dalgın bir vaziyette, mahmur gözleriyle etrafını seyrediyordu. Her şey o kadar yabancıydı ki kendisine, kime ne danışacak, neye göre davranacaktı bilemiyordu. Gelenek ve göreneklerin aynı olmasına rağmen, kendi yaşadıkları ve öğrendikleri ile, geldiği bu yerlerdeki insanların gelenek ve görenekleri kendisininkine o kadar zıttı ki! Genelde kulaktan dolma bilgiler hakimdi. Sevda, yenilmiş ve bu yenilgiyi kabul edemeyen bir savaşçı gibi yaşıyordu senelerdir. Bunca seneleri bu ellerde, bu insanlarla nasıl yaşadığını, onlarla günlerini nasıl geçirdiğini hem aklı almıyor hem de bilmiyordu? Bildiği bir şey vardı. Çok çaba sarfediyordu yaşamak için. "Belki katlanılması en zor olan duruma katlanmıştı yıllardır" diye geçirdi içinden. Kendi memleketinde, kendisini hep yabancı hissetmişti. Bu yeni mekânda kendisinin insan olduğu unutulurdu. Ne etse, ne yapsa yanlış anlaşılır, hiç bir şeye cevap veremezken, söylediği hiç bir şey de dikkate alınmazdı. Her ne kadar aynı dili, aynı dini paylaşsalar da, fikir ve davranışlar biribirine o kadar zıttı ki! Beyni allak bullaktı bu sorular içerisinde. Debelenerek cevaplar arıyor, bulamıyordu. Bedenide eşlik ediyordu yüreğinin sessizliğine. Mutsuz ve umutsuzdu. Oturduğu yerden kalkması ve yapması gereken görevlerini yerine getirmek için içeri girmesi gerektiğini bildiği halde kalkamıyordu bir türlü. Dalıp dalıp gidiyordu hayaller dünyasına. Zihninde düşünceleri zifiri ve anlaşılmazdı. Olacakları zamanın akışına bırakmaktan gayrı, şimdilik ne gerektiriyorsa şartlar, ona uymaktan başka seçeneği yoktu. Sabırla "yarın" diyebildi kendine yeniden düşlerine dalarken. Sevda, doğup büyüdüğü ana yurdunda, her sabah neşeyle okula gider, dönüşünde oynaya zıplaya eve gelirdi. Çantasını bırakır bırakmaz, anasının seslenişini beklemeden dışarı koşardı. Arkadaşlarıyla çelik çomak oynamak için yarışırdı adeta ve yeşillikler üzerinde elbiselerini kirleten toza toprağa aldırmadan doyasıya oynardı. Ayak taşı, ip atlamak en sevdiği oyunlar arasındaydı. Çamurdan evleri, çocukları, arabaları vardı. Akşam olunca da güneş sarı ışınlarını tüketeceği vakit bitiverirdi günlük yaşamları. Bezden bebekleri vardı anasının yaptığı. Geceleride onlarla oynar, çaputtan bebeklerine ninniler söyleyerek ya da anasından Kaf dağı masalları, Köroğlu destanları, Bağdat senfonileri dinleyerek uyurdu. Rüyalarında dahi yaşıyordu bu güzellikleri. Her gece Anka kuşunun kanatlarında uçuyordu. Gerçek oyuncakları hiç olmamıştı Sevda’nın. Hem bilmezlerdi oyuncak almayı. Yokluktan değildi bu, bilgisizliğin getirdiği bir eksiklikti. Oyuncak satın almayışları onlara yarıyordu bir taraftan da. Onları kendi öz dünyalarında, kendi hayallerine uygun oyuncaklar yapma arzusu verirken, hayal dünyalarınıda geliştiriyorlar, yoktan bir şeyler varetmeği biliyorlardı. Doğanın gidişatında her şey o akadar güzeldi ki! İnsanlar, çocuklar, okul, hayat! Duyguların anatomisinde fikirler de temizdi. Bu güzellikler içerisinde etek etek yemlikler toplardı Sevda bahar geldiğinde. Başları göğe uzanan, döşleri kekik kokan dağların poyrazında, papatyalardan taçlar yapardı. Buğday tarlalarında mis gibi kokuları içine çeker, haşır neşir olurdu sarı başaklarla. Tepelerden aşağılara doğru yuvarlanması için bırakırdı kendisini. Dereye kadar yuvarlanarak gelirdi taa yukarılardan. Doğanın hakiki kokusu vardı her şeyde. Evelik (madımak) aşı, damaklarında unutulmaz tatlar bırakırdı. Her günü, her mevsimi böyle yaşardı anayurdunda. Harman zamanlarında ise geceleri babasıyla yıldızları beklerlerdi buğday yerine. Sarı saman kokusunun sarhoşluğunu yaşıyor, çoban yıldızını daha çok seviyordu. Daha parlak, daha sıcaktı sanki! Kendisini gözetliyordu yolunu aydınlatırken. Doğayla beraber on beş yaşına gelmişti Sevda. Söylentilere göre o yetişkindi artık. Oyun oynamak vakti bitmişti. Yakartopu oyunlarından vazgeçemediği bu anlarında çekilip alınmıştı doğanın kollarından. Evlendirilmişti kendisine sorulmadan hiç tanımadığı biriyle. Pek ses çıkaramamıştı ilkin, gittiği yaban ellerde de aynı yaşayacağını düşünmüştü belkide. Hem karşı çıkacak cesareti bulamamıştı kendisinde. Doğup büyüdüğü bu yerlerden gitmenin farklı olacağını sanıyordu. Bilemezdi her günün ötesinde bir başka günün var olduğunu. Kimi zaman yağmurlu, kimi zaman güneşli, kimi zaman da insanı boğan sisli günlerin olduğunu. İkilemler arasında epey zaman geçirmişti ki gelip çatmıştı ayrılık vakti. Yenildim ömrümün baharında sana Yolları dizdim bir ipe tesbih tesbih seslenen Boynuma asarken bildim zalimliğini Çıkaramadım lakin dillerimden seni Seni zalim ayrılık Doğduğu şehri buruk ve göz yaşları içerisinde bırakmıştı Sevda. Yol boyunca hıçkırıkları dinmemiş ve dünyayı bir yola benzeterek varmıştı yaşayacağı yeni mekâna. Düz bir ovaydı burası. Tek tük evler, sıvalı tezek yığınları, güneşten yanık tenleriyle emektar analar vardı. Çocuklar daha masumdu. İnsanlar daha sevecen ama hayatın yüküyle sanki daha bir yalnızdılar. Doğduğu yerlere hiç benzemiyordu buralar. İnsanlar erkenden güneş doğmadan uyanır, ineklerin ve koyunların sütleri alındıktan sonra, çobanlara teslim edilirdi. Daha sonra ahırlar temizlenir, hayvan dışkıları dışarı aktarılır, kışın ısınmak için kurutulmaya bırakılırdı. Ardından hamurlar yoğrulur, ekmekler pişirilirdi. Güneş şafakta boy gösterene kadar tüm işler biterdi adeta. Kahvaltı biter bitmez, diğer günlük işler başlardı. Tüm gün, hayatla yaşama kavgası bu şekilde devam ederdi. Hayat sadece ekmek parası, çoluk çocuğun rızgı, geçim mücadelesi için vardı. Yorgunluğun yüz çizgilerinden okunuyordu insanların kaderi. Alınlardaki kalın çizgileriydi onları tanımlayan, bereketin nasırlı ellerindeydi kişilikleri ve bu bereketlere unutulmayan taze ekmek kokusu yârenlik ediyordu. Tüm bunlara rağmen Sevda için zor bir yaşam ve dayanılması güç bir hayattı. Hayat ona gurbeti, yaşamın zorluklarını, getirdiği sorumlulukları, hiç bir şeyin düşünüldüğü gibi olmadığını tanıtıyordu artık. Doğayı çok sevdiğinden, yeni geldiği bu yerlerinde öylesine güzel olduğunu düşünüyordu Sevda. Ama çıplak ve net görüyordu çocuk yaşına rağmen her şeyi. Hiç bir şey düşündüğü ve hayallerindeki gibi değildi. Bir şeyleri yapmadan ve görmeden önce iyi düşünülmesi ve görmesi gerektiğini kavrıyordu. Hayal kırıklığına uğramıştı ama bu yeni yerlere de alışması gerekti. Günler gelip geçiyordu binbir acı, ızdırap ve çelişkiler içerisinde. Bir gün güneşin batışını izlerken, kızıllıklar arasında kayboldu sanki ! İnsanı çeken bir tılsım vardı bu görkemli batışta. Farklı düşünceler peyda olmuştu birden kafasında."Evet uzaklar." Asıl yaşayacağı gurbet çok uzaklardı. Birden heyecanlandı, içi içine sığmaz oldu. Çocukluğundan beri uzakların gizemli olduğunu hayal ediyordu hep. Beyninin bir yerlerinde saklıydı bu arzuları Sevda’nın ve şimdi sanki yeniden canlanıyordu o arzuları. Uzaklara gitmeliydi ama nasıl, kiminle, kim yardım edebilirdi? Kendiside şaşırdı bir anda kafasında oluşan bu sorulara. Duygularının içtenliğine inanamadı. Oysa Sevda uzaklara gitmeyi seçtiğinde ne kadar yanıldığını anlayacaktı. Yurdundan ayrı kalmanın zorluklarını yaşayacak, doğduğu yerlere son derece özlem ve hasretlik duyacaktı! Öz yurdunda bir başka kente gittiğinde her ne kadar farklılıklar yaşasa da, ortak noktalarının olduğunu kavrayacaktı. Bayramalarda herkes aynı sevinci yaşıyordu en azından. Ülkesinin tüm insanları aynı heyecanı paylaşıyordu. Uzaklar dediği gurbet ellerine geldiğinde görüyordu bu gerçekleri. Artık tüm vatandaşları gibi bedeni gurbet ellerinde, ruhu anayurdunda yaşayacaktı. Uzakları seçtiği için yanıldığını anlıyacaktı Sevda. Duyguları bir başka dille anlatmak ne kadar hüzünlüydü. Kendi dilinin anlatış sıcaklığını asla vermeyecek, memleket özlemi her geçen gün filizlenecekti yanan yüreğinin özlemler heybesinde… Sevda çok sevdiği okuldan alınmış olmanın ve neden karşı çıkmayışının hüznünü, neden itiraz edemeyişinin sancılarını daha çok yaşıyordu şimdi. Okulunu terketmesinin yüreğine bu kadar oturacağını hiç düşünmemişti. Artık istesede geriye dönüş yapamazdı, yapsa da, hiç bir şeyin aynı olmayacağını biliyordu. Kafasındaki uzaklar fikri ile, bu duygulardan kurtulmaya ve yaşamını sürdürmeye gayret gösteriyordu. Yüzünü hiç görmediği, sesini hiç duymadığı birisiyle evlendirilmiş olmanın bedellerini ödeyeceğini biliyordu. Kendisini bu yeni ailesini sevdiğine inandırmıştı artık. Yüreğinde eksiklikler hissederken, yasak kırıntılar taşıdığını farkediyordu bir yerlerde. Geçmişten ve yaşadığı anlardan kalan. Gençliğini tanıyamamıştı. Duyguları çok acı veriyordu kendisine ve bu acı duygular içerisinde devam ediyordu hayatı. Yalnızlığı, bağnaz düşünceler ve öğütlerle daha bir yalnızlaşıyordu. Yaşamına kozmik kavramlar içerisinde, gurbetin vermiş olduğu ezikliklerle devam edeceğe benziyordu. Doğup büyüdüğü yerlerde doğayla başbaşa, özgür büyüdüğünü biliyorken, şimdi kendisine ne derece yasaklar konulduğunu anlıyordu. Farklı bir yaşam tarzı, farklı fikirler taşıyan insanların varlığı, kendi yaşamındaki farklılıkları ayna gibi sunuyordu kendisine. Bir an kafeste kanatları pense arasına sıkışan bir serçeye benzetti kendisini Sevda.Yalnızdı. Ruhunda, bedeninde ve beyninde yapayalnızdı. Başını alıp kaçası, bilmediği diyarlarda kaybolası geliyordu. Duygularının tutsaklığında ecel imtihanları düşünürken, alnında biriken tuzlu terlerin şakaklarından akışında gidip geliyordu hayaller alemine. Bedenindeki depremler soğuk ve yakıcıydı. Ruhu titriyordu. Bu çalkantılar içerisinde niyetinin ağlamak olduğunu anladı, sadece ağlamak ve biraktı kendini… Ağlıyordu! Kanayan yüreği, öyle çok acıyordu ki! Gülün bülbüle olan aşkının vuslat-ı arzusunda bitmeyen hasreti gibiydi. Gözlerinden akan yaş, tuzlu kayaları eritiyordu sanki. Bulut bulut birikmiş, yağmur gibi akıyordu yanaklarından. Canı yanıyordu her hıçkırığında ve çok derinlerde adını koyamadığı bir şeyler hissediyordu. Boşluktaydı. Yaşamı durmuş gibi hiç bir anlam göremiyordu. Yalnızlık duyguları içerisinde sessizce akan göz yaşlarını dinledi. Ne kadar zaman geçmişti aradan bilmiyordu? Arkasından kendine seslenen sesi duydu: -Sevdaaa! İrkilerek kendine geldi ve hemen toparlandı. Kayın validesiydi kendisini çağıran. Taşın başında oturuşunu eleştiriyordu. Ona göre Sevda evin içinde kalmalı ve ev işlerini yapmalıydı. Ağladığını görmesinler diye, kan çanağı gözlerini saklamaya çalıştı Sevda. Oturduğu yerden kalkarak evine gitmek için hazırlandığında, anne babasını ve kardeşlerini hatırladı. Yakınları, anası, babası ve kardeşleri vardı. Peki neden kendini yalnız hissediyordu? Neden kimsesi yoktu yanında, kendisini dinleyecek anası nerelerdeydi? Neden evlatlar yalnız bırakılıyorlardı bir zaman sonra? Sorunlar karşısında neden kendilerine sahip çıkmıyordu anne babalar? Sorular öyle çoğalmıştı ki kafasında, bir an boğulacak gibi hissetti kendini. Kimse sorsaydı beynindeki soruları, anlıyamazlardı kendisini. Ayaklarını sürüklercesine eve doğru yürüdü ve hiç ses çıkarmadan garip duygular içerisinde “Yarap tek sığınağım sensin” dedi içinden. Böyle miydi ahtımız seninle hayat! Yaşamaktı kavlimiz insan gibi. Başını öne eğme dediğin, o söz verdiğin, Yüzündeki gülüş hani gençliğin isyanıydı Desene beyhude, Beyhude harcadık bunca zamanı. Hayallerinde öğretmen olmak vardı Sevda’nın. Daha ufakken öğretmeni kendisine “ne olmak istiyorsun” diye sorduğunda, “öğretmen olmak istiyorum” demişti. Öğretmen olduğunda, Anadolu’yu karış karış gezecekti. Her çiçeğin kendine has kokusunu, her gülün kendine has özelliğini ve her bitkinin kendine has rengini tanır gibi, Anadolu insanlarını ve farklılıklarını da öyle tanıyacaktı. Yemyeşil ovalarından portakal kokulu kentlerine kadar gezip dolaşacak, mini mini yavruları bağrına basacaktı. Yeni nesillere neler öğretecekti neler? Sevgi dağlarından etekler dolusu lavantalar toplayacaktı. Amber kokusunu sinesine sindirecekti hoşgörü ovalarından. Şirin öğrencilerine gelecekte özgürce yaşama ve özgürlük fikirlerini terfi edecekti. Kişiliklerine saygı gösterilecek, sevgiyi aşılayacak, yaşamları hakkında kendilerinin karar kılacakları ebeveynler oluşturacaktı. Kaldıkları mekânlarda, mini mini çocuklarının faydalanacağı kütüphaneler olması için çaba harcayacaktı. Kim bilir daha ne yenilikler getirecekti? Ah bir hayalleri gerçek olsaydı? Derin derin içini çekti Sevda. yüreğinin gizli ehramlarına akıttı hayallerinin tozlu rengini. Devler diyarından özgürdü masallarım Kuşlarım kafessiz sapanım söğüttendi Kahramandım Keloğlan gibi Anka kuşunun kanatlarında Yüce dağları aştım ben, aşarken Kiraz taşıdım yurdumun çocuklarına Kendini öylesine kaptırmıştı ki uzaklara gitme fikrine Sevda, sık sık yollara bakıyordu her akşam. Güneş kendini tam karanlığa bırakmadan beynindeki düşünceler, gurupun olduğu yerlere kayıyordu. Kendisini çağıran sessiz uzaklar, güneşin battığı yerlerdi. Bir yol mesafesi ayırırdı kendini bu hayallerinden. Doğduğu kenti terk ederken hayatıda yola benzetmemiş miydi? Belki de yeni bir yol daha oluşacaktı yaşamında, ya da kendisi bir yol olacaktı gideceği yerlerde? Daha sonra gökyüzüne baktı kendisini çağıran çoban yıldızını görebilirim diye. Pırıl pırıldı gökyüzü ve henüz yıldızlar çıkmamışlardı saklandıkları yerlerden ama, gök öyle maviydi ki! Doğduğu yerlerde en sevdiği özelliklerden biriydi bu. Güneş daima parlar, yıldızlar daima göz kırpardı. Bir dudak payı kadar yakındı kendisine gökyüzü. Onlarda yalnızlar diye düşündü. Sanki her onları izlediğinde, kendisine hadi sen de katıl aramıza der gibiydiler. İçi sızladı ve gerçekten duydu yüreğinin cız ettiğini. Yalnızlığını hayallerine yansıttı! Akşam karanlığı iyice çöktü. Kendisine ev ahalinin kızmasını beklemeden içeri girdi. “Gün doğa hayrola.” Bu hayaller içerisinde geçiriyordu günlerini Sevda. Derdini anlatacak bir dostu, bir yakını yoktu, belki içini boşaltabilse bu kadar acı çekmeyecekti. Kime ne dese herkes bir yana çekiyordu. Mutsuzluklar ve hayaller içerisinde böyle bocalarken, kendini tamamen Tanrı’ya adamıştı. En kötü anlarında namaza durar, dualar okurdu. Azda olsa tesellı bulmuştu. Her gün dini kitaplar okuyor, onların önerdiği şekilde yaşamına renk katmaya çalışıyordu. Namaza durduğu vakitlerde Tanrı’yla bütünleşiyor ve rahatlıyordu. Ruhundaki tüm kötülükler kayboluyordu. Dini inancı kulaktan duyma değildi. O yürekten sadece kendisi için inanıyordu. Bu inaçla sabır etmeğide öğrenmişti Sevda. Böylelikle daha bir dayanmıştı akşamın gecelere sakladığı karanlıklara. Hayatın kıyısında her yeni gün, farklılıklar içinde akşama hüzünlü ve ağlamaklı merhabalar getiriyordu. Yaşam altlarla üstler ikilisinde devam ediyordu. Güneş, uzak dağların koylarında ağır ağır, güller içinde çilekeş bir güne her defasında çeşitli düşünceler içerisinde veda ediyordu. Sevda bulunduğu yerlerde yaşayamayacağını anlamaya başlamıştı. Gitmeliydi uzaklara. Kaçmalıydı, kendini sıkan her şeyden kaçmalıydı! Sevda, yıllar sonra, kaçışlarının sebebini anlarken, bir çare olmadığını da bilecekti. Çareler yine insanın kendisinde ve kendi çabasıyla olduğunu öğrenecekti. Ana yurdunda yaşadığı güzelliklerin sırrını anlıyacaktı sonra. Doğanın kollarında geçirdiği günleri özlemle, ömrünün sonuna kadar arayacak ve anacaktı. Kaçışlar, yeni sorunlar yeni sorumluluklar getirecekti kendisine. Gitmek mi zor kalmak mı Kararsızım Bir elvedanın hazin yolculuğunda Kim azap çekebilir kendinden başka Hele sen yoksan benim olduğum yerlerde Ben yoksam senin olduğun yerlerde Daha bir azaptır gönlün olduğu yerde Aklına uzak diyarlara gitmeği koymuştu artık Sevda. Düşler denizine gidecekti. Yarıda bıraktığı hayallerini orada gerçekleştirmek istiyordu. Ve o gün gelip çatmıştı. Bir sabah demli çayını yudumladı yavaş yavaş. Herkes işlerinin başına döndüğünde, önceden hazırladığı el çantasını alarak, yola koyuldu. Otobüs almak istemiyordu kendisine engel olurlar diye. Bir traktöre bindi. Gideceği düşler denizine götürecek kara trenin ayrılıklar istasyonuna geldi. Epey beklemişti korkular içerisinde ve uzaktan acı acı öten düdük sesini duydu. İçi burkuldu. Bu sesi beş-altı yaşlarındayken duymuştu. Bir an vazgeçse miydi diye düşündü. Çabucak vazgeçti bu fikrinden, yapacağı tek şey gitmekti. Toparlandı “attan inmekte zor, ata binmekte zor” dedi kendine. Ne olacaksa olsundu artık. Her gün ölmektense bir kerede ölmek, daha namusluca. Bir valize yerleştirdiği hayatını yeniden açmak için deneyecekti bu yolculuğu. Son kez doğup büyüdüğü bu yerlere bir kez daha baktı. Upuzun sisli bir dağ gibi göründü kekik kokulu çok sevdiği topraklar. Bir daha görebilecek miydi bu yayla gözlü vatanını? Kara tren yanıbaşındaydı. “Bana benden başka kimse yardım edemez şu anda” diyerek ilk adımını attı, kendini alıp götürecek bu hasrete özlem katan, türkülere nota olan kara trene. Birileri gelip kendisini alıkoyacak korkusuyla trenin hareket etmesini diledi. Hiç kimseye haber vermeden, sevdiklerine “Allah’a ısmarladık” demeden çekip gidıyordu sessizce. Bu onun ilk uzak yolculuğdu. Kendisini kederlere boğan yaşama elveda diyordu. Sevda, kara trene binbir korku, binbir endişeyle binmişti. Onu, hayallerindeki düşlerdenizine ulaştıracak yol arkadaşıydı. Yarım bıraktığı ertelemelerini gideceği yerlerde devam etmeği düşünüyordu. Bu fikirlerle başkaldırmıştı yalnızlığın âmâ gözlerindeki seyr-i sefer yolculuğuna. O, fikirlerin büyüklüğünde, yüreklerin cesaretine inanıyordu. Henüz çocuk sayılacak bir yaşta olmasına rağmen, ezilmişliğin köleliğine son vermek için, doğup büyüdüğü yerlerin gelenek ve göreneklerini çiğneyerek, bir traktöre binip giderken baş kaldırmıştı. Her genç kızın yapamayacağı bir eylemdi başkaldırısı. Cesurdu ama yalnızdı. Cesaretlerde dahi daima birileri elinden tutmalıydı. Şimdi kara trenle, gerçek gurbete gidiyordu. Gideceği yerlerin akîbeti neydi ve kendisine neler getirecekti bilmiyordu, ama gidiyordu o hayallerindeki uzaklara… Sana yaşadıklarımdan hicran bırakıyorum yurdum Sisli yüreğimin sensiz rüzgârlarından Aslolan gerçeğe dönmek üzere gidiyorum Meltemler bırakıyorum yürek sızımdan Elvada yaralı bağrımı dağlayıp sızlatan. Ve alnıma yazılan Elveda Düşlerdenizi: Fransa 07/01/2010 Sevgili Özbek
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Sevgili Özbek, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |