"Çok söz hamal yüküdür." -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Konunun aydınlatılabilmesi için cevap bulması gereken kritik soru şudur: On bir asır boyunca dünyaya hükmedebilen, son güçlü temsilcisi Osmanlı Devleti olan, İslam temelli, zengin Doğu medeniyeti; nasıl oldu da dünyanın en fakir, en sorunlu, en az eğitimli insanlarının oluşturduğu bir topluluk haline dönüştü? Bu sual üzerinde ta Osmanlı duraklama döneminde tartışılmaya başlanmış ve ilk olarak akla gelen neden, Osmanlı ordusunun içler acısı durumu olmuştu. Ordu ıslahatlarıyla bu sorun giderilemeyince de İslam ve onun kurumlarıyla ilgili bir sorgulama dönemi başlamıştı. Nitekim Tanzimat dönemi pek çok aydınının, “Neden geri kaldık?” sorusuna buldukları en önemli cevap, din ve kültürdü. Dönemin pek çok aydını, İslam’ın ve dolaylı yollarla onun ihdas ettiği mistik kültürün, ilerleme ve modernleşme önündeki en büyük engel olduğunu iddia ettiler. Alternatif olarak sundukları model ise; Batı tarzı bir toplumsal yaşamın ve idare şeklinin birebir ithal edilmesinden ibaretti; idol devlet, Fransa’ydı. Referansları da; Hıristiyanlığın, geçirdiği evreler –özellikle reform hareketleri- sayesinde kiliseye hapsedildikten sonra ancak Avrupa toplumunun çağdaşlaşabildiğiydi. Yani Avrupa, Hıristiyanlıkla giriştiği savaşı kazanarak modernleşmesinin önündeki engeli kaldırmıştı. Kimileri dile getirebilse de pek çoğunun bilinçaltında, çağdaşlaşmak için İslam’ında toplumsal hayatta belirleyici olmaktan beri durması ve camiye hapsedilmesi gerektiği düşüncesi vardı. Evvela şu ayrıntıyı belirtmekte fayda görüyorum; Osmanlı yönetim kademesi ve uleması dini değerlere fazlasıyla hassasiyet göstermiş ve örfi pek çok olgunun dinin bir emriymiş gibi anlaşılmasına sebebiyet vermiştir. Tebaanın dini muhakeme yeteneğinin az olması da, modernite yolunda İslam dışı olmayan atılımlara dahi Osmanlı toplumundan zaman zaman sert tepkiler gelmesine neden olmuştur. Tüm bunlara rağmen genel bir çerçeve çizecek olursak; Osmanlı toplumunda bazı Tanzimatçıların bahsettiği gibi, dini kaynaktan beslenecek bir toplumsal geri kalmışlık olgusundan söz edemeyeceğimizi rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün halen bu fikirleri benimseyenler azımsanmayacak kadar çok olsa da, bu tezin bilimsel değil ancak ideolojik bir temele oturabildiği açıktır. Her şeyden önce bu aydınların, İslamiyet’in ve Hıristiyanlığın -deyim yerindeyse- kimyalarının farklı olduğunu dahi kavrayamayacak kadar önemli bir dini cehalet örneği sergiledikleri ortadadır. Çünkü İslam dünyasında, geri kalmışlığa neden olabilecek, ortaçağ Avrupa’sının kilise baskısı benzeri bir cami baskısı olmadığını bile görememişlerdi. Yine İslam toplumlarında, Hıristiyanlıktaki gibi, ne din merkezli bir tanrı krallar dogması, ne engizisyon vahşeti, ne de toplum üzerinde her türlü tasarrufa sahip olacak kadar etkin bir ruhban sınıfı vardı! Zaten “Yeni Osmanlıların” pek çoğu, Tanzimat aydınlarının dini ve kültürel tecridi bir kurtuluş gören bu kör batıcı fikirlerine karşı çıktılar. Batı’nın üstünlüğünün sosyal ve kültürel değil; sadece siyasi, teknik ve ekonomik olduğu teşhisini koydular. Başını Ahmet Mithat Efendi ve Ali Süavi’nin çektiği ve Namık Kemal’in kısmen desteklediği bir grup, yanlış batılılaşan bir modernleşmeyi reddederek bu konuda pek çok eser yayımladılar. Özelikle Ahmet Mithat Efendi’nin “Felatun Bey ile Rakım Efendi” isimli romanında ele aldığı Felatun Bey karakteri, Tanzimat aydınlarının dini ve kültürü dışlayan bu çılgınca batılılaşma fikirlerine bir tepki olarak doğmuştur. Osmanlı gerilemesini dine bağlamak ne kadar mesnetsiz ve yanlış bir iddiaysa bir o kadar büyük yanlışta, geri kalmışlığımızın nedenini dinden uzaklaştığımızla, örflerimizi, adetlerimizi ve değerlerimizi yitirdiğimizle açıklamaya çalışmaktır. Toplumun dinden uzaklaştığını ve bunun sonucunda gerilemeye başladığını ispatlayabilmek, bilimsel verilerle değil ancak metafizik örnekler ve söylemlerle mümkün olabilir. Fakat bilinen bir gerçek var ki; dinin sorgulanması ya da ondan uzaklaşılması ve değerlerimizin dejenere edilmesi gerçeği, bizim geri kalmışlığımızın bir nedeni değil, ancak bir sonucu olarak değerlendirilebilir. Çünkü din ve örf-adetler alanındaki esas bozulmalar dönemi, Osmanlı’nın güçlü dönemlerine değil, dağılma dönemlerine tekabül eder. O halde geri kalmışlığımızın nedeni nedir? Sanırım bu soruya ilk verilmesi gereken cevap, fikri altyapı oluşturulamaması sorunudur. Reform ve Rönesans’la birlikte Avrupa medeniyetinin fikirsel temellerinin çok erken dönemde atılmış olmasına rağmen aynı dönemlerde Osmanlı toplumunda bu tip düşünce hareketlerine rastlanmaz. İslam aydınlanması ya da Rönesans’ı diyebileceğimiz 10yy-12yy arasında Farabi’leri, Gazali’leri İbn-i Rüşt’leri, İbn-i Sina’ları, Mevlana’ları yetiştiren, kültür şehirlerine yataklık eden bir medeniyet, ne yazık ki 17yy’a gelindiğinde aydınsız duruma düşebilecek kadar sıradanlaşmıştır. Bunun nedenleri ise ayrı bir makalenin konusu olabilecek kadar geniştir. Hâlbuki bu dönemde Avrupa’da; J.J. Rousseau, J.Locke, K.Marks, Engels, Heggel, M. Weber, Voltaire ve daha nice aydınlar toplum hayatına yön veriyordu. Batı, Helenistik dönemden sonra en değerli aydınlarını yetiştirirken, Osmanlı toplumunda aydın diye tanımlanabilecek nitelikte neredeyse tek kişi yoktur. Osmanlı, aydın sınıfının oluşması için Tanzimat sonrasını beklemek zorunda kalmıştır. Yine Osmanlı klasik dönemindeki büyüklük psikolojisi (Avrupa’nın hakir görülmesi) Batı’daki gelişimleri öğrenebilmeyi engellediği için gerilemeye bir neden olarak gösterilebilir. Avrupa’da ilk sürekli elçiliklerin ta 18yy’da açılma ihtiyacı hissedildiği düşünülürse bu psikolojinin yönetim katında ne kadar hâkim olduğu net olarak anlaşılabilecektir. Gerçi Batı’daki gelişimler öğrenildiği zaman bile, Osmanlı aydın sınıfının olmamsı edeniyle bu görevi üstlenmek durumunda kalan bürokrat sınıfı, soruna rasyonel teşhisler koyamamıştır. Bu hususta yetenekli bazı bürokratlar olsa da bin yıllık bir kültürün yerine, yüzyıllardır Osmanlı toplumu tarafından aşağılanan Batı’nın değerlerini yerleştirmek, toplumsal infial nedeniyle her zaman kolay olamamıştır. Bu infiallerin nedeninin dini bağnazlık olduğunu düşünenler olabilir; fakat bana göre sorun din değil, 1200 yıllık bir yaşam tarzının değişme zorluğudur. Çünkü Ateist bir toplumda bile, böylesine radikal bir değişikliğe toplumun kayıtsız kalması sosyolojik açıdan mümkün değildir. Aslında başta sorduğumuz sorunun en önemli cevabı şudur: İmparatorluğun -üç kıtaya yayılan- devasa bir büyüklüğe ulaşması ve fetihlerin durması; aynı zamanda da sanayi devriminin yakalanamamasıyla birlikte borç harçla yürütülen bir ekonomik sisteme sahip olunmasıdır. Gerçekten de Batı’nın ilerlemesinde ve Doğu’nun geri kalışındaki en somut ve belirleyici neden, hazineyi doldurabilecek ekonomik varyasyonların niteliğinin değişmesinden ileri gelir. Osmanlı bir fütuhat devletidir; fetih devletinden üretim ve sanayi devletine geçişi de maalesef başaramamıştır. Yani asıl sorun, paranın elde edilme metotlarının tüm dünyada değişmiş olması -fetih yerine imalattan geçmesi- ve devletin bunun farkında bile olmamasıdır. O kadar ki, 17-18 yy da Avrupa, merkantilist hareketlerle (ithalatın ihracattan az olması mantığı) diğer kıtalardaki tüm zenginlikleri ülkelerine taşıyıp, ekonomiyi imalat ve pazarlamayla temellendiren bir iktisadi yapı inşasıyla meşgulken; Osmanlı halen fetih yapamamasının nedenini araştırıyor, “Köprülüler Dönemi” ıslahatlarıyla orduyu modernize ederek yeniden fetihlere girişmeye ve bu mantıkla hazineyi toparlamaya çalışıyordu. Fakat bunu yaparken her geçen gün kan kaybetmeye de devam ediyordu. Çünkü kendinize uygulatacağınız tüm ekonomik yaptırımlar, siyası bağımsızlığınızdan da taviz vermenizi gerektirecektir. Üzerinde pek durmak istemesem de, Osmanlı ilerlemesine engel bir durum olarak Yeniçeri Ocağı’ndan bahsetmemek, bir bilgi eksikliğine neden olacağı için atlamamız gereken bir husustur. Özetle şunu belirtelim; daha önceki yıllarda da çok güçlü bir durumda olmalarına rağmen Yeniçeriler, 17yy ve sonrasında öyle bir konum edindiler ki, sadrazamların, yeri geldiğinde de padişahın başını yiyebilecek bir kudrete eriştiler. Ayrıca ordudaki siyaset merakı da bir ikilik yaratmakta ve Osmanlı ilerlemesine engel bir durum olarak karşımıza çıkmaktaydı. 2. Mahmut dönemine kadar da bu hastalık her geçen gün fenalaşarak devam etmiş ve devletin en acil çözüm bekleyen sorunu haline gelmiştir. Sonuç olarak; böylesine ağır ekonomik ve askeri sıkıntılar içinde yüzen, dünyadaki gelişmelerden bihaber, aydını olmayan ve bürokratik eliti tarafından sürekli irrasyonel çözümler üreten bir devletin ilerlemeyi devam ettirebilmesi zaten olanaksızdır. Sorun ne dinde ne kütürde aranmalıdır. Temel ve reel sorun, Osmanlı’nın fetihlere bağlı ekonomisini üretim ekonomisine devindirmeyi başaracak meziyeti gösterememesi olarak telakki edilmelidir.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Muhammed Avcı, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |