"...Ve hepimiz az ya da çok rüyacı değil miyiz!" -Dostoyevski |
|
||||||||||
|
"Has, telefonla arayarak, ‘Beni merak etmeyin... Çıktım.. Hüs’ü de zaten çıkarmak zorundalar...’ deyince anladık." Ber, izin isteyerek lavaboya yöneldi. En rahat düşünme ortamı; rahatsız edilmeden, kendiyle baş başa kalabildiği yegane yerlerden biriydi. Duvara bakarak konsantrasyon sağlamaya çalıştı. Olmadı... Aynadaki görüntüsü, dikkatini dağıtıyordu. Sırtını aynaya döndü, değişen bir şey olmayınca odasına geri döndü. Mus’tan Tut-Bırakma Kursevi müdürünü bağlamasını istedi. . Bağlantı kuruldu sinyali üzerine telefonu kaldırdı. Telefondaki ses, müdürün şu an meşgul olduğunu, ve kendisinin yardımcı olabileceğini, belirtiyordu. Ber iddiayı özetleyince; telefondaki otorite kokan ses; titrek sese dönüşmüştü, "Bir saniye avukat bey!" dedi. "Müdür bey müsait oldu. Telefonu hemen ona veriyorum." Telefondaki ses ile müdür olma olasılığı yüksek bir ses arasında geçen fısıldaşmaları bir süre dinledi Ber. Ber, Müdür olduğunu belirten görevliye Has, Hüs olayını yeniledi. "Mümkün değil!..." dedi Müdür Bey. "Bizim burada dört noktada kontrol yapılır... Ama yine de ben bir araştırayım. Siz telefonunuzu bırakın, birazdan size döneceğim." İnanmamış gibi tepki gösterse de ürkmüş ve paniklemiş bir ses tonuyla karşılık vermişti Tut-Bırakma Kursevi müdürüne. Müdürün araması gecikmedi. Beklenen telefondan alınan bilgi, Ber’in beklediği yanıttı. Serbest bırakılma kayıtlarında Has değil Hüs görünüyordu. Bir sorun yoktu... Buna rağmen Has ve Hüs’ün anne ve babası iddialarında ısrarlıydılar... Ber, son noktayı koymak için bu kez Tut-Bırakma Kursevinden sorumlu devlet avukatını telefonla aradı. Hatta bu konuda Tut-Bırakma Kursevi Müdürünün yanıtını, buna rağmen anne babanın iddialarında ısrarlı olduklarını belirtti... Devlet avukatı konuyu araştıracağını belirtti... Yaklaşık yarım saat sonra telefonla arayan kişi, devlet avukatı’ydı...."Avukat bey!... Lütfen yanıma kadar gelebilir misiniz?.." Ber, bir terslik olduğunu hissetti. Has, Hüs’ün anne ve babası ile birlikte yargı binasına hareket ettiler. *** Tut-Bırakma Kursevinden sorumlu devlet avukatı hiddetlenmekte haklıydı... Aralarındaki bir yaş farkı ve benzerliklerinden yararlanarak Has’ın; Hüs’ün kimlik belgesini kullanıp kendisini Hüs olarak tanıtması sonucu görevlileri atlatmış, kursevinden firar etmişti. Serbest kalan Hüs yerine Has’tı... Hüs ise hala Kursevinde bulunu-yordu. Ber, "Efendim! Şimdi ne yapacaksınız?" diye sordu kursevinden sorumlu devlet avukatına. "Gerçek anlaşıldığına göre, Hüs’ü serbest bırakmanız gerekmiyor mu?..." "Ne mi yapacağım?..." dedi kızgınlıkla. "Hüs’ün ‘Bu kez firara yardımcı olmaktan,’ dolayı tutuklanmasını sağlayacağım... Has’ında saklandığı delikten bulunup çıkarılması için Güvenliğe talimat vereceğim ve bu sonucun oluşmasında ihmali olan kursevi sorumluları hakkında da soruşturma açacağım." Söylenecek söz kalmamıştı. Hep birlikte, devlet avukatına "iyi günler!" dileyerek makam odasını terk ettiler. Yargı binasından çıktıktan sonra netleşen durumun yasal pozisyonu konusunda hukuksal anlatımda bulundu, Ber. "Merak etmeyin!... Hüs, ‘Firara yardımcı olma suçundan,’ dolayı ceza alsa dahi, en çok iki ay sonra serbest bırakılacaktır..."diyerek Has ve Hüs’ün annesiyle babasını rahatlattı... *** 14 Gördüğü kabustan kan ter içinde uyanmıştı. Artsa’nın ölümünü görmüştü düşünde, Ber. Saat gecenin 23:50’sini gösteriyordu. Uykusu kaçmıştı. Endişelenmişti. Artsa’nın evini aramaya karar verdi. Telefona yanıt veren olmadı. Belki de uyuyorlardı. Ber, rüyasında Artsa’yı görmüştü. Geniş bir ovada ucu bucağı görünmeyen yüksek bir tepeden kalabalığa seslenmeye çalışıyordu.... Sesini duyan yoktu... Çıkardığı sesler, kalabalığın çıkardığı uğultularda boğuluyordu... İnsanların ilgisini çekemiyordu... Bakanı da yoktu... Ber, onun bağırırcasına ağzını açıp kapatmasına rağmen sesini duyumsayamıyordu... Onun elleriyle yüzünü tırnakladığını korku ve endişeyle izliyordu... Ber, insan kalabalığını aşıp dolayı bir türlü onun yanına yaklaşamıyordu.... Her ilerleyişi, sanki geriye gidişiydi kendisinin... Kalabalığı yarıp yanına yaklaşamayacağı umutsuzluğuna kapılmıştı. Öylece Artsa’yı izlemeye devam etti... Gözlerinden süzülen yaşlarla izliyordu... Çaresizdi, yorgundu... İlerleyemiyordu. İnsan kalabalığı tel örgüler görevini yürütüyordu sanki... Artsa’nın her iki elleriyle kendi başını sımsıkı kavradığını gördü... Birden, garip bir şey oldu. Artsa, kendi kafa derisini bir peruk çıkarma kolaycılığıyla alıp, elinde sallamaya başlamıştı. Ber dışında kimse bunun farkında değildi... Bu kez; Sağ ve sol eliyle kemik yapısı görünen kafatasını zorlayıp, üst kapağını çıkarmıştı... Önce kafatası derisini kalabalığa attı. Sonra kafatasının üst kapakçığını.... Bir eliyle beynini parçalamadan çıkardı... Topluluğa gösterdi.... Yine Ber dışında izleyeni yoktu... Belinden çıkardığı ateşli silahı, elinde tuttuğu beynine doğrulttu... Ber, "Yapma!..." diye bağırıyordu. Aynı kelimeyi bir çok kez yineleyerek. Ama bir türlü Artsa’ya duyuramıyordu sesini... Artsa’nın silahından çıkan kurşun elinde tuttuğu beynini parçalamıştı... Parçalar kalabalığa savruldu.... Silahtan çıkan ve yankılanan sesle kalabalıkta bulunan tüm bireyler Artsa’nın yere düşmekte olan cesedini kare kare hafızalarına almaya başlamışlardı. Kendisi sesini kalabalığa duyuramamıştı.... Silahından çıkan ses ise kalabalıkta bulunan bireylerin kulaklarında çınlıyordu.... Ber, bu çınlamayla uyanmıştı uykusundan.... Telefonunla aramasına yanıt verilmemesini olumlu mu yorumlama-lıydı?... Uyuyor oldukları veya ev dışında bir yerlerde olabilecekleri olasılıklarından birinin gerçekleşmesi dileğinde bulunuyordu... Ölümü dışında herhangi bir olasılığın olmasına dua ediyordu. Gece sessizliğini yırtan bir ses gelince irkildi. Bu, telefon ziliydi. Ahizeyi kaldırdığında, Med’in sesini aldı. "Başın sağolsun," diyordu."En az senin kadar üzüldüğümü bilmeni istedim..." Med, telefonu kapatması gerektiğini biliyordu... Devam etmesinin bir anlamı yoktu. Ber, tüm benliği ve duyularıyla ağlamaya başlamıştı... Med’in diyeceklerini duyacak, duyumsayacak durumda değildi... Şu an en çok gereksinim duyduğu şey ağlamaktı. *** İyice sarhoş olmak istiyordu... İnsan istediği şeyi gerçekleştirebilecek cesareti bazen derhal bulamı-yordu. Beşinci kadehi olmasına rağmen, halen diriydi. Elini beline götürdü. Tabancısının demir sıcaklığını hissedince gülümsedi. Hazırlıklı olmalıydı. Bu işlerin bir an meselesi olduğunu okumuştu. Ayık iken birkaç kez deneyip başaramadığı bu işi, bugün bitirmeliydi. Kendisini, içsel telkinleriyle koşullandırmıştı. Masada bulunan üç arkadaşından izin isteyerek tuvalete çıktı. Tuvalet kapısının iyice kilitlendiğinden emin olduktan sonra belindeki silahını çıkardı. Şarjörü çıkarıp tekrar taktı. Emniyet kilidini açtı. Mermiyi ağzına sürdü. Eliyle silahın kabzasını tekrar okşadıktan sonra beline taktı. Masaya geri döndü. Adet gereği selam verip sandalyesine oturdu.... Ber’le ‘ti’ye aldıkları bir davranışı sergilemişti. Bir dakika önce ayrıldığı masaya geri dönüşünde yeniden selam vermişti. Bu kez gülmedi... Gülmek kendisini gevşetebilirdi... Müzik setinin kolonlarından, Pink Floyd’un “Duvar” isimli parçası duyuluyordu. Artsa, bu parçanın gerçekleştireceği eyleme uygun bir müzik olduğunu düşündü... Önündeki duvarı yıkacaktı. Rahatlayacaktı... Beyni düşünmeyi durduracak, içi artık hiçbir şeyi algılayamayacaktı. Hiçbir güç onu yönlendiremeyecekti... Hiçbir düşünce amacının gerçekleştirmesini engellememeliydi. En önemlisi ilahi dinlerde belirtilen ‘Öteki Dünya’ nın olup olmadığını da öğrenme şansını elde edecekti. Hiçbir şeyi bu kadar merak etmemişti. Altıncı kadehini de devirdi. Üç arkadaşını tek tek inceledi. Zamanı gelmişti. "Sizleri öpmek istiyorum," dedi. Ayağa kalkarak tek tek sarıldı arkadaşlarına... Yerine oturmadı.... Birkaç adım geriye çekilerek, "Sizlere; daha önce görme şansını elde edemediğiniz bir şeyi ilk ve son kez yaşatacağım,” dedi. Artsa üç arkadaşının, diğer masadakilerin ve lokanta çalışanlarının meraklı gözlerle kendisine bakışlarını, zevkle izledi. Belindeki silahı çıkarıp şakağına dayadı... Bir el silah sesi!... İzleyiciler putlaşmışlardı. Haykırış!... Düşüş!... Bir hayatın sonunu gösteren işaretlerdi... Ölü bedende kalan açık gözler mutluydu, direngendi, asildi... "Beni artık yönlendiremeyeceksiniz!... Yularımı elinizden aldım!..." mesajını veriyordu sanki... Genel ve yerel Düzenleme grubuna, İzleyici grubuna, Uygulama grubuna, Denetleme grubuna tepkisel mesaj sertti... Cezalandırılması gereken içerikteydi... Ama ölü bedenleri cezalandırma yöntemi artık çağdaş cezalardan değildi... Skolastik çağı canlandırmanın şimdilik bir yararı yoktu... "Mesleki, ekonomik ve ailesel sorunları vardı... Psikolojisi bozulmuştu..." denerek üzeri örtülmeli ve bu şekilde yayınlanmalıydı tüm iletişim araçlarında... Bunu yapacak güçleri vardı. Çünkü, tüm güçlerin bileşkesinin beyni kendileriydi. *** 15 Artsa’nın kendi hayatını sonlandırmasından on gün geçmişti. Ber, Mer kentinde üç gün kalmış, Artsa’nın ölü bedeniyle vedalaşmış, ortak tanıdıklarıyla onun geçmişini yorumlayarak anmışlardı. Bugün cumartesiydi. Markız’la bu kez evde değil bulvarın sonunda bulunan bir kafe de buluşacaklardı. On gündür, sakal ve bıyığını tıraş etmemişti. Bu; geleneksel değerlerde yas tutma anlamına geliyordu. İşine geldiği ve içinden geldiği zamanlar geleneksel değerlere uyardı. Artsa’yı çok seviyordu ve bir cenazenin ardından ilk kez bu şekilsel değere uyuyordu. Ber, saatine baktı. Randevu saati yaklaşıyordu. Bir şey unutmuş hissi vardı içinde. Ceplerini kontrol etti, sürekli yanında bulundurduğu cüzdanı, anahtarlığı ve tespihi cebindeydi. Unuttuğu şeyin ne olduğunu anımsayamayınca, düşünmekten vazgeçti. Ayakkabısını giyindi. Duyduğu telefon zili üzerine açtığı kapıyı kapamak zorunda kaldı. Med’in bugün ikinci aramasıydı. "Gitmemen gerektiğini düşünüyorum!" dedi. "Neden?..." "Bu konuda daha fazla açıklama yapmamam gerekiyor..." Ber, "Markız’ı kıskanıyorsun!"dedi. İşte neyi unuttuğunu anımsamıştı. "Yine de telefon açtığın için teşekkür ederim. Bana unuttuğum şeyi hatırlattın!" "Kaset mi?..." "Evet!" "Kaseti verdiğin için pişmanlık duyacaksın!" "Markız’la ilgili olan her şey seni rahatsız ediyor." "İleride sana bu söylediklerini yedireceğim." "Ben karnımı bir şekilde doyuruyorum," dedi alaycı tonda Ber. "Senin yedireceklerine gereksinimim yok!... Sonra görüşürüz, hadi bye" Ber, telefonu kapadı. Annesinden yadigar kalan ve Mar Kenti yöresinden derlenmiş ezgileri, güzel sesi ve yorumuyla doldurmuş bir ozanın çıkarttığı kasetten kopyalanmış kaseti aldı. Bu kaseti bir kez Markız’a dinletmişti. Kendisine hediye edilmesini istemişse de Ber, ancak bir kopyasını yaptırıp vereceğine söz vermişti. Ber, dışarıda bulunan boş masalardan birine ilişmiş, yarım saattir bekliyordu. Markız hala gelmemişti. Med’in Markız hakkında söylediklerini düşünüyordu. Onun şimdiye kadar geleceğe yönelik kehanetlerini zaman bir şekilde doğruluyordu. Güvenlik sisteminde uzman bir şirkete evini ayrıntılı olarak arattırmış, ne bir gizli kameraya ne de ses alıcı bir cihaza rastlanmamıştı. Evinin içine bu tür elektronik cihazların yerleştirildiğine dair şüpheleri yok olmuş onun yerini Med’in sezgi ve algılamalarının güçlü olduğu kanısı iyiden iyiye yerleşmişti. Kafe kulübe küçüklüğünde olmasına rağmen ön bahçesinde yirmiye yakın dört kişilik masa grupları vardı ve çoğu doluydu. Oturanların çoğu, birbirleriyle ilgileniyor izlenimi yaratsalar da, aslında diğer masada bulunanları çaktırmadan daha da çok izliyorlardı. Ad kentinin toplumsal özelliklerinden biri de buydu. Genelde kimse arkadaşlık yaptığı kişi veya kişileri yeterli görmüyordu. Başkalarıyla kıyaslayıp ya rahatlamaya çalışıyordu, ya da hayıflanıyordu. Ber, sarı saçlı mavi gözlü bir bayanla göz göze geldi. Bu bayanın karşısında ondan yaşça büyük ve daha eğitimsiz olduğu anlaşılan biri oturuyordu. Gözünü kaçırdı ondan, bayanın ısrarlı bakışları karşısında tekrar bakıştılar. Bakışlar, ‘Tek misin? Neden senle birlikte oturmu-yorum?’ der gibiydi. Markız’ın "Selam!" sesiyle irkildi. Ayağa kalktı. "Hoş geldin!" diyerek sarıldı Markız’a. Yakın masada oturan sarı saçlı, mavi gözlü kızın yüzü allaşmıştı. Markız, "Kendini nasıl hissediyorsun?" diyerek sordu. Artsa’nın ölümünün Ber’i ne kadar sarstığının bilinciyle. Ber, "Biraz daha iyiceyim," diyerek kendi gerçeğinin aksine bir yanıt verdi. Markız’a da negatif enerji salmanın bir yararı olmayacaktı. Artsa dirilmeyecekti. Ber, yüzünde zorlamalı bir neşe oluşturmaya çalışarak, elindeki kaseti Markız’a uzattı. Markız’dan bir öpücük daha kazanmıştı. Markız, teşekkürlerini sunarak kaseti çantasına koydu. Her ikisinin de istediği dondurmalar servis edilir edilmez kaşıklamaya başlayacaklarken Markız, aniden Ber’e yakınlaşmasını işaret etti... Ber, yanağının öpüleceği sanısıyla sağ yüzünü uzattı. Markız, fısıltılı bir sesle, "Hemen bakma!"diyerek uyardı önce. "Sana bir ara bana teklif etti, diye sözünü ettiğim patronumun oğlu burada... Arka masada... Bizi izliyorlar." Ber, kısa bir an düşündükten sonra cebinden çıkarmış olduğu çakmağıyla sigarasını yakacakmış gibi davranarak yere düşürdü. Almak için eğilirken arka masayı kısa bir an gözledi. Üç kişi oturuyordu ve üçünün de bakışları dostane değildi. Ber, alçak bir sesle, "Tesadüfen burada oturuyor olabilirler..." dedi. "Endişelenmen yersiz." Markız, "Hiç sanmıyorum!..."dedi. Heyecanlıydı. Gözleri korku doluydu. "Derhal kalkalım Ber!" Markız’ın etkisinde kalmadan mantıklı düşünmeye çalışıyordu. "Kalkmamız onlara çekindiğimizi belirtmemiz demektir..." dedi soğuk tonlu bir sesle. "Biraz oyalandıktan sonra kalksak daha iyi olur." Ber, devamını getiremedi. Kolları kalın ve kıllı biri tarafından sigara paketinin üzerindeki çakmağının alınmakta olduğunu fark etti. Ber, kolun sahibinin yüzüne baktığında az önce yere düşen çakmağı alma bahanesiyle eğilirken dikizlediği, arka masada oturanlardan biri olduğunu anlamıştı. Kıllı kol sahibi, "Çakmağınızı kullanabilir miyim?" diye sordu. Bu, çakmağı aldıktan sonra Ber’e yöneltilmiş bir istekti ve ses dokusu rica içermiyordu. "Neden olmasın, buyurun!" demekte gecikmedi Ber. Kıllı kol, sigarasını yaktıktan sonra çakmağı masaya fırlatarak attı. Masaya çarpan çakmak zıplayarak yere düştü. Bu düşürüş, kanının beynine sıçramasına neden olmuştu Ber’in. Fakat, arka masada bulunan iki kişiyi de hesaplayarak sessiz kalmayı daha uygun buldu. Kıllı kol’un masasına geri dönmesinden sonra Markız’ın “Lütfen, gidelim! N’olur...” yalvarmalarına Ber oturmakta direnerek karşılık veriyordu. Birkaç dakika sonra Kıllı kol, yeniden başlarına dikilmişti, "Sigaramız nedense söndü. Yeniden çakmağınızı almam gerekiyor." Çıngar çıkaracak bir insana yumuşak davranmak, yumuşatılmayı çabuklaştırırdı. Ber, ne yumuşak ne de sert olmayan orta yolu tercih etti. "Çakmak attığınız yerde alınmayı bekliyor!..." "Öyleyse al ve bana ver kibar erkeğim!" Ber, ses çıkarmadı. Bu arada yan gözlerle şahsın hareketlerini izliyor, tetikte duruyordu. Bir zamanlar uzak doğu sporlarıyla ilgilenmiş hatta Budokan Karate dalında turuncu kuşağa kadar ulaşmıştı. Trafik kazası sonucu ayaklarının kırılması nedeniyle karate eğitimi yarım kalmasına rağmen şahsı gözü kesiyordu, ama diğer ikisini de hesaplayarak tümüyle baş edemeyeceğini de bilebilecek kadar da gerçekçiydi. Ber, koltuğunu arkaya usulca itekleyip, tam doğrulmadan oturduğu yerden eğilerek aldığı çakmağı Kıllı kol’a uzatarak, "Buyurun!..." dedi. "Sizde kalsın. Hediyem olsun!" Kıllı kol, çakmağı elinden çeker gibi aldıktan sonra diğer elinin baş ve işaret parmağıyla Ber’in yanağından makas aldı. Ber, korumakta zorlandığı soğukkanlılığını tamamen kaybetti. Oturduğu koltuktan fırlayarak sağ bacak dirseğini karnına doğru çekip şahsın yumurtalıklarına ayağının topuğuyla sertçe vurdu. Kıllı kol’dan acı dolu haykırışı duyulmakta gecikmedi. Avuçlarıyla yumurtalıklarını tutan Kıllı kol, yerde kıvranıyordu... Ber, Markız’ın da geri çekilmesinden yararlanarak masayı ileriye doğru itekleyerek devirdi. Amacı kendisine daha rahat hareket edebileceği bir alan yaratmaktı. Diğer iki kişi bulundukları masadan küfürler savurarak kendisine doğru geliyorlardı. Ber, sandalyelerden birini iki eliyle başının üzerine kadar kaldırarak yanına ilk varan kişinin kafasına tüm gücüyle indirdi. Ahşap sandalye kırılmıştı. Darbe alanın alnından kanlar akıyordu. Ber, son kalan kişinin şaşkınlığından yararlanarak sağ tekmeyi vuracakmış gibi gösterip, ters dönüş aldı ve olanca hızıyla sol tekmesini onun midesine indirdi... Bu kez sonuç alamamış hatta son şahsı kımıldatamamıştı bile... Son şahıs, yerdeki kırılmış sandalyeden kopan bir parçayı alıp Ber’e vurmaya başladı. Ber, inen darbelerden sersemlemişti. Bir zorlamayla kendisini geriye attı. Markız’ın "Yardım edin!... Adam öldürüyorlar!..." feryatları kulağında çınlıyordu. Et döner yapılan bölümün korkuluğuna dayanmış, mahsur kalmıştı. Çevredeki görüntülerin buğulandığını, gözlerinin kapanmakta olduğunu, seslerin sanki gittikçe kendinden uzaklaşmaya başladığını hissetti... Başını salladı... kendisine gelmeliydi... İçten içe kendine telkinde bulundu... Gözü sağ tarafına düşen dönercinin uzun ve keskin bıçağına ilişti... Son bir gayretle ona doğru yöneldi. Son saldırgan, ondan erken hareket etmişti. Döner bıçağını onun elinde ve havaya kaldırmış durumda gördü. Görüşü bulanıktı... Döner bıçağının keskin tarafının bedeniyle teması anını gözleri kapalı bekliyordu. O an ölümünün anahtarı olacaktı. Buraya kadarmış, diye düşündü. Vuracakmış gibi duran kollar biraz önceki duruşundan farklı değildi. Saniyeler çok uzun geldi. Ber, bildiği duaları içinden okuyordu. Beklemek korkunçtu... Her an ölümü bir çok kez yaşamak gibiydi. "Vur!... Ne Bekliyorsun!" diye haykırmak istiyordu. Sesi çıkmadı... Gözleri iyice kararıyordu... O meçhul içsel sesler yine kulaklarında çınlamaya, sonra kelime kelime anlaşılmaya başlamıştı. "Neden indirmiyor?..." "Donmuş vaziyette... Biri engelliyor..." "Lanet olsun! Yine O!.." "Med’i engelleyin!" "Yanıt; negatif!.. Baş edemiyoruz." Güvenlik ekip arabasından çıkan tanıdık siren seslerini duyuyordu, şimdi de. Siren sesleri ömrü boyunca hiç bu kadar kulağına hoş gelmemişti. Siren sesleri, saldırganlardan birinin "Güvenlik geliyor!.. Kaçın!" derin acılı bağırtısı ile birbirine karıştı... Ber’in son duydukları kendisine ninni gibi geliyordu. Usulca yere yıkıldı... *** 16 Maf, üç kattan oluşan ofisinin üst katında gazete başlıklarını incelerken, telefon ahizesinden dahili çağrı sinyali aldı. Sekreteri, "Beklediğiniz misafir geldi!"dedi. Yanına gönderilmesini emretti. Kapı çaldı. Gazete sayfalarından başını kaldırmadan "Girin!" dedi Maf. Gelen bayanı yerinden doğrulmadan ve gözlerini gazeteden ayırma-dan buyur etti. "Buyurun, oturun!" Gelen bayan, "Nasılsınız efendim?" diyerek misafir koltuğuna oturdu. Maf, güzel, iç gıdıklayıcı sesin sahibine başını kaldırarak baktı. Yıllardır ilk kez yaşlı yüreği bir kız karşısında bu kadar heyecanlanıyordu. "Tanrım, bu ne güzellik... Temsili kleopatra güzelliği.." diye geçirdi, içselinden. Ayağa kalkarak "Hoş geldiniz! Markız Hanım!" dedi. Markız, kalkışa, kalkışla; ‘Hoş bulduk’la karşılık verdi. Maf, içselinde ‘Avukat ağzının tadını biliyor... Bunun için ölüme bile gidilir," diye geçirdi. Güleç bir yüzle, "Geçmiş olsun," dedi ve "Ber, nasıl?" diye sordu. Markız,"İyidir efendim..." diyerek soruyu yanıtladı. "Doktoru bir haftaya kalmaz taburcu edebileceklerini, söyledi." Maf, gözlerini anlamlı bir şekilde Markız’a dikerek, "Herhangi bir şeye ihtiyacın olursa, çekinme..." dedi. Gerektiğinde kibar olmayı da biliyordu. "Lütfen bana bildir!" Markız’ın ilk andaki çekingenliği yok olmuştu. Daha sıcak ve daha rahat konuşabiliyordu. "Olur efendim!" dedi. "İlginize de teşekkür ediyorum." Ad kentinin en etkin insanı tarafından davet edilmiş ve onun karşısında konuşuyordu. O kendisiyle ilgileniyordu. Her genç kıza sahip olamayacak bir ortamdaydı, şimdi. Maf,"Anlaştık o halde!..." dedi. "Seni buraya kadar yormamızın nedenine gelince..." Cümleleri toparlamaya çalıştı. "Gerek güvenlikte, gerekse yargıda vereceğin ifadelerde kesinlikle ayrıntıya girmemeni, hatta saldırganları tanımadığını, sadece üç kişinin nedensiz yere Ber’e saldırdık-larını, sonra da kaçtıklarını belirtmeni rica etmek içindi." Derin bir nefes alıp verdikten sonra gözlerini Markız’ın endişe okunan gözlerine dikerek, "Biliyorsun! Artık bu bizim işimiz," diye ekledi. Markız, işin peşinin bırakılmayacağından endişe duymaya başladı. Adının geçtiği bir olaydan dolayı bir çok insan zarar görebilecekti. "Patronumun oğlu Maroğlu, beni sevdiği ve kıskandığı için Ber’e arkadaşlarıyla birlikte saldırdı." dedi buğulu bir tonuyla. "Ber’de onlara gereken yanıtı verdi sanırım. Olayı büyütmesek..." Maf, güzel kızın üzülmesini istemiyordu. Onu rahatlatmalıydı. "Onların sadece kulakları çekilecek, merak etmeyin!" dedi. Bir kaç saniye oluşan ara sessizliği sonlandırmak için "Bir şey içer misiniz?" diye sordu. "Görüşme bittiyse..." diye başlangıç yaptı. Sonra iyi bir başlangıç olmadığını düşünerek "İzin verirseniz gidebilir miyim?" dedi. Maf, telefonla sekreterine talimat verdi. "Bir eleman Markız’ı evine kadar bıraksın!" Markız’ın sıcak elini her iki elinin arasına aldı. "Her hangi bir şeye gereksinimin olursa mutlaka yanıma gel! Seni her zaman bekleyeceğim," dedi. Markız, teşekkür edip salondan çıktıktan sonra Maf, sekreterinden Sağkol’un çağrılmasını istedi. Çağrılacağını biliyormuşçasına, kısa bir an sonra yanında hazır olan Sağkola, camdan dışarıyı seyrederken, "Güvenliğin 9.Müdürüyle görüştün mü?" diye sordu Maf. "Evet görüştüm efendim,"diyerek soruya olumlu yanıt verdi. "Ona kavganın boyutu, ayrıntısını ve bazı gazetelere yansıdığı gibi olmadığını, ayrıca soruşturmaya da gerek kalmadığını, olayla bizzat bizim ilgileneceğimizi söyledim." Sağkol, biraz nefeslendikten sonra "O da, ‘fazla sansasyonel olayların çıkmamasını, aksi halde kendisinin yardımcı olmakta zorlanacağını’ belirtti." diye ekledi. Maf, gülerek, "Güzel!..." dedi. "Basındaki dostlarımıza da söyle avukatımıza yapılan saldırının bizimle ilgisi varmış gibi çıkan haberleri yalanlasınlar... Onları ikna etmek için ne gerekiyorsa takdim edin." "O işi de çözdük. Gereğini yapacaklar." "İşte!... Ben seni bu huyundan dolayı çok seviyorum, söylemeden gereğini gerçekleştirmen hoşuma gidiyor." Sağkol, Maf’ın övgüsünü almak için gereken her şeyi yapmaktan zevk alırdı. Onun nelerden hoşlandığını ve isteyebileceklerini önceden bilir, gereğini yerine getirirdi. "Teşekkür ederim," diyerek izin istedi. İzin isteğine Maf’ın tepkisiz kalması üzerine salondan çıkmak üzere kapıya doğru yöneldi. Maf’ın "Olayı çıkaran kabadayılardan haber var mı?" diye sorması üzerine geri dönmek zorunda kaldı. "İz üstündeyiz." dedi. "Güvenliğin yakalayabileceği korkusuyla gizlendiklerini öğrendik. Merak etmeyin birkaç güne kalmaz, elimize düşerler." "Güzel!" dedi. "Olumlu haberlerini bekliyorum!" *** Devamı: 9.SAYFA'DA
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Bahattin YILDIZ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |