Şiir, duyguların dilidir. -W. Winter |
|
||||||||||
|
Oda bembeyazdı, perdelerin beyazlığıyla yatağın üstündeki örtülerin beyazlığı sanki yarışıyordu. Oda da birkaç gül yaprağının kırmızısı, duvarın gökyüzünü kıskandıran mavi rengi de olmasa dışarıdaki kar sanki içeri yağmıştı. İçerdeki beyazlık dışarıdaki beyazlığı bastırmıştı. İçerisi aydınlık dışarısı karanlık, içerisi sıcak dışarısı soğuktu… Saat gece yarısını geçmiş yavaş yavaş sabaha doğru geliyordu. Odadaki mumlar alevini gecenin karanlığına usul usul salıyordu. Dışarıdaki rüzgar asla pencereye dokunmuyordu. Oda kadar beyaz olan kedi bile susuyordu. Oda da hayat durmuştu. Oda da zaman durmuştu. Odadaki her nesne susmuştu. Çünkü o oda da bir Sultan uyuyordu… Sultan yorgun geçen günün ardından kendini yatağa atmış , göz kapaklarını uykuya teslim etmişti. Sultan susmuştu, sultan uyuyordu… O uyku ki nice güzellerin güzelliğine güzellik katmıştı da bir tek bu uyuyan sultana bir güzellik katamamıştı. O uyku ki gezdiği bütün diyarlarda sultandan daha güzel olan bir güzellik bulamamıştı… Uykunun uğradı hiçbir diyarda sultandan güzeli yoktu. Her güzelin yanında sultan daha güzel , her güzel sultanın yanında daha çirkin kalıyordu. Bu güzelliği uyku bile kıskanıyordu. Oda susuyordu, sultan uyuyordu, uyku ağlıyordu… Güneş daha doğmamıştı. Doğmaktan korkuyordu. Daha sultan uyanmamıştı ve güneş sultandan önce doğmaktan çekiniyordu. Sultandan önce doğarsa sultan kalktığında ışığını gölgede bırakacağını biliyordu. Her sabah olduğu gibi doğmak için sultanın uyanmasını bekliyordu. Oda suskunluğunu bozdu. Oda da ilk dile gelen kapı oldu. Önce çevrilen kolu sonra açılırken çıkardığı huzursuz sesi odaya Gülkız’ın geldiğini haber verir gibiydi. Gülkız sultana en yakın kişiydi. Anası babası olmayan gülkızı sultan kendi kızı gibi büyütmüştü. Gülkız odanın içinde birkaç adım attı usulca , yatağın başında durdu sessizce. Bir iki saniye bekledi sultanın güzelliğine tutuklu bir şekilde. Dili sultanı uyandırmaya cesaret edemedi ama yüreğinin atışında ki heyecan uyandırmaya yetmişti sultanı… Gülkız elindeki karanfil kokulu havluyla, bir kabus görmüşlüğün işareti olan sultanın anlında ki ter damlacıklarını silerken gitmeliyiz dedi. Sultanın bakışları gülkızın üzerindeydi ama gözlerinin derinliklerinde hala gördüğü kabusun izi vardı. Sultan usulca göz kapaklarını bir iki saniyeliğine gülkıza tamam demek için kapattı… Yollara ilk müjdeyi gülkız verdi. Bekleyin sultan şimdi çıkacak, buralardan usulca geçecek diye. Bu müjdeye ağaçlar bile sevindi. En çok da güneş heyecanlandı. Artık doğmak istiyordu. Aslında sultanı çok özlemiş onu görmek istiyordu. Sonunda sultan çıkmıştı sokağa. Sonunda özlem bitmişti. Sonunda dışarısı da kavuşmuştu sultana. Sonunda doğmuştu güneş… sultan kapının önünde duruyordu. Sultan suskundu, sultan durgundu. Sultan bekliyordu. Bu bekleyiş güneş ve sokak için mükafatların en büyüğü idi… Bütün güzelliğiyle öylece duran sultan güneş ve sokak için değil merakı için bekliyordu. Merakını giderme emri gözlerine verilmişti. Gözleri aldığı buyrukla elçisini arıyordu. Sultanın gözleri baktığı her yerde elçisini soruyordu. Güneşin beklediği ,ağaçların hazır olda durduğu, taşların donduğu, kuşların sustuğu o huzurda bir tek elçi yoktu. O da olmalıydı bu huzurda, o da bulunmalıydı. Bir yolculuk varsa, gidilecek bir yer varsa; elçi sultanının emrinde hazır durmalıydı… Hiç böyle yapmamıştı elçi. Sultanın buyruğundan bir nefeslik dahi dışarı çıkmamıştı. Sultanın gözlerinden bir adım öteye gitmemişti. Hep o gözlere mahkum beklerdi elçi, belki sultanın bir buyruğu olur diye. O elçiyi sultan çağırmamış, Elçi kendi gelmiş ben elçi olmak istiyorum demişti. Size yakışan sultanlık kadar bana da elçilik yakışır der gibi bakmıştı sultanın gözlerine. Kimseyi kırmayan sultanda ,yok diyememişti bu buyruksuz gelen elçiye. Elçi gelmişti ama sultan hiçbir zaman emir vermemişti bu kendiliğinden gelen elçiye. Elçi hiç emir almasa da hep sultanın kapısında beklemişti. Her zaman kapıda olan elçi bu gün yoktu. Sultan merak ediyor bu merakını gözlerine soruyordu. Sultanın gözleri aldığı buyruğa cevap veremedi, baktığı hiçbir yerde elçiyi bulamadı. Gülkız bir iki adım atar gibi oldu, elçi olmadan sultanın gitmeyeceğini anlayınca ama gülkızıda durduran sultanın eli olmuştu. Sanki sultanın eli dile gelmiş , gerek yok biz gidelim der gibiydi. Dur buyruğundan sonra bu yürüyelim buyruğu ile yola düştü gülkız. Sultandan sadece bir adım önde gidiyordu, sultanın nefesini duyabilmek için onun kokusuna doyabilmek için. Attığı bütün adımları usulca atıyordu sultana biraz daha yakın olabilmek için. Sultan yürüyordu gülkızın ardında, elçisi olmadan… Sultan bütün bir güzelliğiyle yürürken nereye gittiğini sormamıştı bile, sadece gülkızın ardından usulca yürüyordu. Bu yürümek iyi gelecekti. Yüreği daralmıştı. Birazda nefes almak istiyordu. Her taraf bembeyazdı. Kar her tarafı kaplamıştı ama ortalık yaz günü kadar sıcaktı. Sultanın gönlündeki sıcaklık havada esişen rüzgarları bile ısıtmıştı. Sultanın gönlü alev alev yanıyordu. Sultan biraz nefes almak istiyordu, bir nebze olsun biraz serinlemek istiyordu. Sultan ısınan rüzgarların ısınmasını istemiyor, onların en deli halde esmesini , o rüzgarların gönlüne girip bütün alevini söndürmesini istiyordu. Nafile hiç rüzgar esmiyor, sultanın gönlündeki alevden karlar bile eriyordu… Sultanın daralan yüreği daha da daraldı, yanan gönlü daha da yandı, çünkü; gülkız hiç sevmediği bir yola girmişti. Biliyordu o yol uzundu, o yol taştı, o yolda hiç ağaç yoktu, o yolun sonunda kam vardı, o yolun sonunda ölüm vardı, o yolun sonunda iki celladın tutuğu bir mahkum vardı ve cellatlar mahkumun boynunu vurmak için sultanın buyruğunu bekliyordu o yolun sonunda… O yolu hiç sevmiyor, çoktandır da gitmiyordu. Şimdi daha iyi anlıyordu dünkü kabuslarının nedenini. Şimdi anlı daha çok terliyor, yüreği daha hızlı çarpıyor, gönlü daha çok yanıyordu. Çok iyi biliyordu, şimdi iki cellat bir mahkum onu bekliyordu. Adımlarını atmak istemiyor, bununda bir kabus olması için dua ediyordu ama gülkızın kararlı adımları bütün umutlarını boşa çıkarıyordu. Yol bitmiyordu bir türlü. Keşke daha uzun olsaydı belki gülkız dönerdi yolun bir yerinden “dalmışım , yanlışlıkla geldik ne olur kızmayın” derdi, o zaman kızmak ne kelime sevinirdi bile ama gülkız yoluna devam ediyordu. Yolun sonu yaklaştıkça sultanın kalbi daha hızlı atıyordu ve onu iki cellat bir mahkum bekliyordu… Yol bitmişti. Sultan gelmişti hiç sevmediği yere. Artık yüreğindeki yangından nefes alamaz hale gelmişti. Daha mahkumun yüzünü bile göremeden kendi gidecekti ölümün kucağına. O ağaçsız, o soğuk , o karanlık, o taşlı yerde cellatlar almadan bir can hediye edilecekti kara toprağa… neyse ki yağmur yetişti sultanın imdadına. Sultanın gözlerindeki neme dayanamayan bulutlar ağlamaya başladı. Şimdi bulutlar ağlıyordu. Beklide birkaç dakika sonra bekleyen mahkumun yakınları ağlamaya başlayacaktı. O gün belli ki ağıtlar yakılacaktı. O gün günlerden siyahtı. O gün yas günüydü. O gün ağıt günüydü. Ağıtların yakılması için sultanın bir emrini bekliyordu cellatlar. Yüzü gözükmeyen mahkumun kafasıyla gövdesini bir birinden ayırmak için sadece sultanın gözlerinin birkaç saniye kapanmasını bekliyordu cellatlar. Sultan nemli gözleriyle , buğulu bakışlarıyla mahkuma bakıyordu. Her zaman iki dudağının arasında olan can şimdi gözlerinin ucundaydı. Cellatlar bekliyordu mahkumun başında. Biri mahkumu tutuyordu kaçmayacağını bile bile, kaçacak olsa kendi gelip koymazdı bu başı buraya diye düşünürken. Diğeri balta tuttuğu eli havada sultanın gözlerinin kapanmasını bekliyordu sabırla. Herkesin yüreği hızlı hızlı atıyordu. Bir tek mahkumun yüreği suskundu. Nasıl olsa birazdan duracağını bildiğinden şimdiden susmuştu. Herkes bekliyordu, mahkum bekliyordu, cellatlar bekliyordu, rüzgar bekliyordu, havada uçuşan akbabalar bekliyordu, zaman bekliyordu… Herkes sultanın gözlerini kapatmasını bekliyordu ama sultan bir türlü gözlerini kapatmıyordu. Sultan meraklı bakışlarını uzun uzun izlediği mahkumdan , gülkıza çevirdi. Neden bu mahkuma siyah giydirdiniz ? mahkumlar hep beyaz giyerdi kefenlerini giyip gelirlerdi, bu mahkum neden siyah giyip gelmiş ? dercesine bakışları uzadıkça uzadı gülkızın göz bebeklerinde. Gülkız daha fazla dayanamadı o bakışlara muhatap olmaya. O bakışlardan kurtulmak için usulca anlattı. “ kendi giymek istemiş. Son isteğiymiş. Beyaz saflıktır, beyaz temizliktir ben hak etmiyorum. Beyaz yakışmaz bana. Beyaz kirlenir bende. Eziyet etmeyin beyaza. Bırakın ben siyah giyeyim. Beni ancak siyah anlar. Benim nazım bir tek siyaha geçer demiş. Son isteği olduğu için de cellatlar kırmamış, siyahı bırakmışlar bu mahkumun yazgısına…” Sultanın merakı daha da arttı gülkızın anlattıkları karşısında. Gülkız bakışlarına dayanamadığını anlayınca kafasını çevirdi sultan usulca. Hem yanlışlıkla gözlerini yumup tanımadığı bu mahkumu cellatlara teslim etmemek için hem de gözlerindeki yaşı göstermemek için eğmişti kafasını öne… sultanın kafası yerde, bakışları uzak, merakı da hemen gönlünün üstündeydi. O sabah sessizliğini ilk defa bozuyordu. Sukutunda merakını gidermek için vazgeçiyordu. Kafası yerde, bakışları gizli, gözlerindeki damlalar toprağı ıslatırken sordu; “ peki kim bu mahkum? Neden yüzünü saklıyor? Beyazı kabul etmeyecek kadar ne yapmış? Diğer mahkumlar gibi neden korkmuyor? Ölümü daha önce tatmış mı ki bu kadar cesur bekliyor? Gönlünden geçen bütün soruları sordu, gözyaşları iyice bitsin diye. Gözyaşlarının bittiğini anladığında kafasını kaldırdı, gülkızın emir verip yüzünü açtırdığı mahkumun yüzünü görebilmek için. Mahkumla yüz yüze geldiğinde sultanın bakışları dondu. O donuklukta sanki her şey durdu. Yağan yağmur durdu... Zaman durdu… Dünya durdu… O durgunlukta her şey sustu. Kuşlar sustu… Taşlar sustu… Cellatın elindeki balta sustu… Bir tek gülkız konuştu: “ Elçiniz , efendim… O beyazı kabul etmeyen , ölümü bir kurtuluş gibi bekleyen mahkum, elçiniz… Bu sabah gelmiş buraya. Siyahları giymiş, boynu koymuş, buyurun vurun demiş. Cellatlar nedeni sorunca, ben yapılmaması gerekeni yaptım, ben suçların en büyüğünü işledim. Ben birini üzdüm. Üzmek istemedim ama sonuçta üzdüm. Bir insanı üzmek suçların en büyüğüdür cezası da budur , buyurun boynum hadi vurun demiş. Cellatlar önce anlam verememişler olanlara, sonra bakmışlar gelen mahkum kararlı, üzdüysem vurun boynumu diyor başka bir şey demiyor, merak edip sormuşlar kimi üzdün diye. Uzun bir sessizlikten sonra usulca “sultan’ı “ demiş. Bunu duyan cellatın biri hemen baltasını çekip tam elçinizin boynunu vururken diğer cellat sultandan izinsiz olmaz diyip zor durdurmuş. İşte sultanım , sizi üzdüğü için boynunu vermeye gelmiş. O cellat da o andan beri eli hava da sizi beklemekte…”diyip sustu gülkız. Sadece gülkız susmadı herkes sustu. Tek ses hızlı hızlı atan yüreklerin sesiydi ve bir tek mahkumun yüreği lal idi… Herkes bekliyordu. Herkes , Sultanın gözlerinin yummasını bekliyordu, cellatın elini indirmesini bekliyordu, mahkumun siyah elbisesinin kırmızıya boyanmasını bekliyordu… Bu bekleyiş yoldan da uzun sürmüştü. Ne sultan gözlerini yumuyordu ne cellat elini indiriyordu ne de mahkumun siyah elbisesi kırmızıya boyanıyordu… Sultan bekliyordu herkes merak ediyordu. Havada uçuşan akbabalar sabırsızlandıkça sabırsızlanıyordu. Sultan artık bir karar vermeliydi. Cellatın ellerinde derman kalmamıştı. Güneşin bekleyecek vakti yoktu. Sultan gözlerini kırpmadan daha fazla bekleyemezdi. Sultan bir karar vermeliydi ve sarayına dönmeliydi. Sultan bir karar vermeliydi ve ağıt yakması gerekenler ağıtına başlamalıydı. Sultan bir karar vermeliydi ve kuru toprak kanla sulanmalıydı. Sultan bir karar vermeliydi ve sonunda vermişti kararını. Sultan bütün meraklı bakışlar üzerindeyken yumdu gözlerini… Sultan sonunda gözlerini yummuştu. Sultanın gözleri yumulmuştu. Artık cellat elini indire bilirdi. Artık mahkumun siyah elbisesi kırmızıya boyana bilirdi. Artık ağıtlar yakılmaya başlayabilirdi. Artık kuru topraklar özledikleri kana doyabilirdi çünkü sultan gözlerini yummuştu… Sultanın gözlerini yumması bir emirdi, cellada elindeki baltayı indirmesi için. Sultan gözlerini yummuştu ama cellat elindeki baltayı mahkumun boynuna değil usulca yere indirmişti. Çünkü sultan gözlerini yummadan önce affını belirtmek için kafasını hafifçe biraz sağa biraz da sola çevirmişti birkaç defa. Sanki sağımdaki ve solumdaki herkes şahit olsun ki af ediyorum bu mahkumu der gibiydi defalarca. Sultan bu güne kadar hiç kimsenin boynunu vurdurtmadığı gibi elçisini de af etmişti. Yaslı bir günde bir mahkum daha azat olmuştu ve uzun bekleyiş sonunda bitmişti… Sultan gözlerini yummuştu, elçi azat olmuştu… Uzun bekleyiş bitmişti. Orada daha fazla beklemenin anlamı yoktu. O soğuk yeri yine ilk akbabalar terk etti cellatın baltasını yere attığını gördükten sonra. Ardından da cellatlar gitti. Sonra sultan düştü yola, gülkız da hemen ardındaydı. Sultan bu sefer adımlarını ürkek atmıyordu. Aksine alabildiğine hızlı atıyordu. Çünkü bu yolun ardında kan yoktu, cellat yoktu, mahkun yoktu… Hepsi geride kalmıştı, kan da cellad da , mahkum da … Mahkum elçi, boynu hala yerde bekliyordu. Artık yüreği hızlı hızlı çarpıyordu. Ölümü şimdi daha çok istiyordu. Biliyordu ki cellat elindeki baltayla boynunu vursaydı, sultanın affı kadar acıtmazdı. Onun büyüklüğü karşısında o kadar ezildi ki boynunu kaldıracak dermanı kalmadı. Sultan af etmiş şimdi de gidiyordu. Sultan gidiyordu geride kalan mahkum bir türlü ölemiyordu. Ve o bekleyiş ölümden beterdi. Sultan giderken mahkum ardından uzun uzun baktı. Attığı her adım biraz daha alıp götürüyordu sultanı. Sanki bir daha gelmeyecekti. Elçi af olduğuna sevinemedi. Belli ki sultan çok kırılmıştı. Belli ki çok üzülmüştü. Tek kelime etmeden arkasını dönüp gitmişti. Daha fazla dayanamadı elçi, sultanın böyle her adımda kendisinden biraz daha uzaklaşmasına. Kalkıp son dermanıyla sultanın arkasından koştu. Sultana bir adım kala durdu. Sadece elçi durmadı. Taşlar da durdu, toprak da durdu, zaman da durdu, kalpler de durdu… Bir şeyler söyleyecekti elçi, kalbinin hızlı atışı ele veriyordu kendini. Elçi bir adım kala dizlerinin üzerine çöküp, yıkılmamak için kendi zor tutup olduğu yerde kala kalınca, sultana bir adım kalasıya durunca, sultana bir nefes kalasıya durunca, sultanda durdu… Dönüp bakmadı ama dinlediğini belli etmek için durdu. Sultan durdu, hayat durdu, bakışlar durdu, zaman durdu, kalpler durdu bir tek elçi konuştu: “ Sultanım, siz bizim gönlümüzde gerçek bir sultansınız ama biz sizin elçiniz bile olmayı hak etmiyoruz. Affınızla büyüklüğünüzü gösterdiniz. Bir büyüklük daha gösterip bizi gönül kapınızın önünde sıradan bir köle olarak kabul ederseniz ne mutlu bize…” Mehmet ACAR
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © mehmet acar, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |