"Bazen bir mısra yaşamı değiştirir." -Kafka |
|
||||||||||
|
Bir kamyon. Hem de zalimlerinkine hiç benzemeyen bir kamyon. Bu kamyonun şoförü iyiydi. Hissediyordu bunu. Kamyonun kendisi bile yetiyordu bunu hissetmesi için. Bir gayretle bu kamyonun da arkasından koşmalıydılar. -Hadi kızım, biraz daha gayret et. Kız bu sözü koşmaya başladıklarında beri on kez duymuştu. Saymıştı bunu. Annesinin tekrar ettiği sözleri saymayı bir oyun edinmişti kendine. Çocuktu daha. On üç yaşındaydı. Oyun oynamak istiyordu. Ama bir o kadar da genç, hatta olgundu. Biliyordu başlarının dertte olduğunu. Bu kamyondaki amca kurtuluşları olabilirdi. -Hadi anne, yetişelim kamyona. Kamyoncu görmüştü onları. Yavaşladı biraz. Durmadı ama. Buralar tehlikeliydi ve kimseye güven olmazdı. “Bir an önce dönmeliyim memlekete.” diyordu. Üç beş kuruş için gelmişti buraya; ama dönmeliydi. Koştular. Varışı kurtuluş olan koşuyu koştular. Ve nihayet kamyonun önüne geçip durdular. Kadın ellerini sallamaya başladı. Kamyonu durdurmaktan başka çare kalmamıştı kamyoncu için. Galiba koşuyu kazanmaya az kalmıştı. -Ne istiyorsunuz? Arapça konuşmuştu kamyoncu. Biraz öğretmişlerdi buraya göndermeden önce. Kadın bu yüzden onun Arap olabileceğini düşündü ve endişeyle sordu: -Nerelisin? -Türk’üm. -Memleketine mi gidiyorsun? -Evet. -Allah rızası için bu kızı da al yanına. Zalimler köyümüzü bastı. Zor kurtulduk ellerinden. Sen karşımıza çıktın. Eğer bizi yakalarlarsa bu kızda namus bırakmazlar. Adam çaresizce baktı kadına: -Benim üç tane çocuğum var. Nasıl bakarım ona? -Memleketine gidince bırak bir yere. Başının çaresine bakar. Burada zalimlerin çamurlu sofralarına meze olmasından iyidir. Kamyoncu bunu yapması gerektiğini hissederek çocuğu kamyona bindirdi. -Hadi sen de gel. -Ben gelemem. Kız bunu duyar duymaz hıçkırıklarla haykırmaya başladı: -Beni tek başıma mı bırakacaksın? Bırakma beni anne! Sen de gel. -Olmaz kızım. Ben burada kalıp o zalimlerle savaşmak zorundayım. -Ben de geliyorum o zaman. Savaşacaksak beraber savaşalım. -Hayır kızım. Sen gidip kurtulacaksın. Orda hayatı öğreneceksin. Bir gün bu toprakları özgürce koklamak, bağrına basamak sana nasip olacak. Beni hiç düşünme. Hadi git artık sen de kamyoncu. Allah senden razı olsun. -Geleceğim anne. Bir gün bu toprakları koklayıp bağrıma basacağım. Yola çıkalı yarım saat olmuştu. Artık daha güvenli bir yerdeydiler. Yarım saattir hiç konuşmamışlardı. Kız hep ağlamıştı. Yaşlar hala kanal arıyordu süzülmek için gözlerinden yanaklarına. Fakat bunu kamyoncuya belli etmemek için çok uğraşmıştı. Başındaki örtünün ucuyla silmeye çalışıyordu gözlerini. Fakat artık dayanamıyordu. Tüm dünya onu duyuyormuş gibi bağıra bağıra ağlamaya başladı. -Niye ağlıyorsun? -Allah zalimlerin cezasını versin. En sonunda beni anamdan da ayırdılar ya, Allah o zalimlerin cezasını versin. Kız bunları Türkçe söylemişti. Kamyoncu şaşkın bir şekilde “Sen Türkçe biliyorsun.” dedi. Kız da aynı derecede şaşkındı. Fakat bu şaşkınlık biraz önceki kızgınlık ve hüzünden ayıklanmış bir şaşkınlıktı. Artık yüzünde hüzün yoktu. Çünkü biraz önce dünyanın en yalnızıydı. Şimdi ise yanında dünya vardı. Biraz daha şaşırdıktan sonra “Türkmen bir arkadaşım vardı. O öğretmişti bana Türkçe’yi." dedi. Sanki çat pat bilinen Türkçe un, Türkmen şivesi de su olup hamur gibi yoğrulmuştu onun ağzında. -Çok şirin konuşuyorsun Türkçe’yi, biliyor musun? Utanmıştı şimdi de. Bir şey demedi. Bu demeyiş yeni bir sessizliğin kapısını açtı yavaşça. Epey sonra bir benzinlikte durdu kamyoncu. Kız tedirgin olmuştu burada durmalarından. -Neden durduk? -Yemek yiyelim. Karnımız acıkmıştır. Kız birden yemek diye bir şey olduğunu hatırladı. Saatlerdir unutmuştu insanların yaşamak için yemek zorunda olduklarını. Benzinliğin lokantasına girdiler beraber. Pencereye yakın bir masaya oturdular. Kamyoncu “Ben elimi yüzümü yıkayayım, gelirim birazdan.” dedi. O an “Gitme, kal, beni yalnız bırakma.” demek istiyordu. Bunu hissediyordu çünkü. Fakat yapamadı. Kamyoncunun gelmesini bekledi sessizce. -Ne yiyelim? -Bilmem. Sen ne istersen onu yiyelim? -Zaten vaktimiz dar. Burası da çok güvenli değil. Bir an önce yiyelim bir şeyler de gidelim. Yediler kendilerince bir yemek. Biraz çorba, biraz soğan ve ekmek… -Hadi gidelim artık. Tekrar yollar. Yollara dönmeli, gitmeliydiler. Ama karşılarında kocaman bir soruyla… Deminden beri gizlenen, gelmesi istenmeyen bir soru işte tam bu sırada dikilmişti karşılarına. Kamyoncu “Ne yapacağım ben bu kızı?” diye, kız da “Ne olacak bana?” diye düşünüyordu çaresiz. Uzun bir konuşmamadan sonra aniden bir şey oldu. Kız eline içini yansıtan aynayı alıp düşündüklerini söyleyiverdi: -Ne yapacaksın bana? "Ne yapacaksın bana?" Bu soruya kamyoncunun da elinde bir aynayla cevap vermesi gerekiyordu. Ama aynı aynayı eline alamadı hemen. -Ne demek istiyorsun? -Beni nerde bırakacaksın? -Bilmiyorum. Diyarbakır’da bırakırım seni herhalde. Bir otele yerleştiririm. Beş altı günlük paranı da veririm otelciye. Sonrası için ben de bir şey yapamam. Yeniden ağlamaya başladı kız. Diyarbakır’ın neresi olduğunu bile bilmeyerek. Kamyoncu onun ağlamasına dayanamamıştı. Ama ne yapacağını bilmiyordu işte. Ne kadar bilmek istese de… Uzun bir sessizlik daha başlamıştı kızın ağlamasından sonra. Uzun bir yolu geçmişlerdi ve artık sınırdaydılar. Türkiye’ye gelmişlerdi. Birden adamın aklına hiç akıl edemediği bir şey geldi. Kızı sınırdan nasıl geçirecekti? Bunu hiç düşünmemişti. Neyse ki kızı fark ettirecek kadar yaklaşmamıştı daha. Hemen arabayı durdurdu. -Ben seni sınırdan nasıl geçireceğim? -Geldik mi sınıra? -Geldik ve ben seni sınırdan nasıl geçireceğimi bilmiyorum. Sinirlenmişti. Sinirlenmişti ve anında pişman olmuştu. -Özür dilerim, kendimi kaybettim birden. Geçireceğim kızım bir şekilde seni sınırdan. “Kızım” demişti ona. “Kızım.” Kendini acayip hissediyordu şimdi. Zalimler tarafından öldürülen babası canlanıp karşısına dikilmişti sanki. Hiçbir erkek ona bu kadar içten “kızım” dememişti babasından sonra. Mutluluk ve şaşkınlığın birbirine bezendiği bir suyu başından aşağı dökmüştü sanki bu adam. Artık ondan korkmazdı. Korkamazdı. Çünkü “baba” demek istiyordu ona. Babadan korkar mıydı insan? Kamyondan kimseye göstermemek için büyük bir çaba sarf ederek çıkardı kızı. Üstü muşambayla kapalı kasaya girdiler. -Bu kutuların arasında bekle. Sakın ses çıkarma. -Tamam. On beş dakika geçmişti. Epey uzaklaşmıştı sınırdan. Artık indirebilirdi onu. İndi ve kapısını açtı kasanın. Karşısında korku giysisi içinde oturan kızı görünce hemen yanına gitti ve bağrına bastı: -Korkma kızım, geçtik sınırdan. Rahat ol artık. -Tamam baba. Baba mı? Nasıl söyleyebilmişti bunu böyle birden? Utancından yerin dibine geçti. -Yani amca demek istemiştim. Sizi babam gibi gördüm bir an. -İstersen baba de bana. Ben sana kızım diyorum ya sen de bana baba diyebilirsin. Hissettirmemeye çalışıyordu, ama o da kız kadar duygulanmıştı. Tekrar bağrına bastı onu kendi çocuklarını da özlediğini iyiden iyiye hatırlayarak. Yapamazdı. Yapamazdı artık. Bırakamazdı onu tek başına. Çaresiz ve yalnız koyamazdı onu. Kızıydı artık o. Sanki annesi başka bir kadın değildi bu kızın. Kendi karısıydı sanki onu doğuran. Memlekete gelmişlerdi artık. Karısını ve çocuklarını görebilecekti. Ama şimdi yeni ve kocaman bir soru doğdu karşısında. Karısı ve çocukları kabul edecekler miydi bu kızı? -Hadi kızım, Geldik evime. Hadi girelim içeriye. İçeri girerken bütün yoldaki tedirginlikten daha fazla el ayak titreten bir tedirginlik eşlik ediyordu ona. Ama içerden gelen bir ses erteledi bu tedirginliği. -Anne, babam geldi! Babacığım! -Ahmet’im, geldin nihayet! Kucaklaşmaların arasına on dakika boyunca hiç kimse giremezdi bu vakitten gayrı. On dakikanın sonunda ertelenen tedirginlik çaldı kapıyı. -Gülüm, bak bu kız… -Fatma hoş geldin. -Fatma mı? Kızın ismini bilmiyordu Ahmet. Kız da Ahmet'inkini... O uzun yolculukta isimleri sormak akıl edilememişti. İyi de karısı nerden biliyordu kızın ismini? Şimdi de şaşkınlık belirdi evin kapısında. Kendini biraz toparladıktan sonra konuştu Ahmet: -Niçin Fatma dedin kıza? Sahi be kızım, ben senin ismini sormadım. İsmin ne senin? Kız da Ahmet kadar şaşkındı şimdi. -Fatma benim ismim. Karısı kocasının ve Fatma’nın şaşkınlığının farkındaydı. -Ben Fatma’nın seninle geleceğinden haberdardım. Rüyamda gördüm sizi. Açsınızdır, yemek hazırlayım size. Şaşkınlık taht kurmuştu eve şimdi. Yemeklerini yedikten sonra karısı Ahmet’in yanına geldi: -Fatma bizimle kalabilir. Hiç tereddüt etme. Üç çocuğumuza baktığımız gibi ona da bakarız. Ahmet’in tedirginliği "benin burada işim bitti. gidiyorum." diyordu şimdi. Şaşkınlık hala duruyordu. Ama büyük bir rahatlık duygusu girmişti eve, Ahmet'e selam vererek. “Benim karım ne büyük bir kadın” diyordu Ahmet kendisine, evinin oda sıcaklığındaki yatağına girdiğinde. Evi hala terk etmeyen şaşkınlıkla birbirlerine nasıl da isimlerini sormadıklarını düşünüyordu. Ve de zalimlere rağmen kalplerinin ezelden gelen tatlılığını… Fatma “Anamı bıraktığım, zalim işgali topraklar, vatanım, çıkmayacak aklımdan.” diyordu. O da şaşırmıştı isimlerini sormamalarına. Annesiyle koşuşunu düşünüyordu gecenin çocuklaşmış vaktinde. Koşuyu kazanmıştı Fatma. Ve biliyordu yeni bir annesi, babası ve kardeşleri olduğunu, bu memleketi de seveceğini. Bir de o toprakları bir gün özgürce bağrına basıp koklayacağını...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Özgür Yenigün, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |