Sevgi sabırlı ve yürektendir, sevgi kıskanç ve övüngen değildir. -İncil |
|
||||||||||
|
Yaşam: Küçük, sevimsiz, kömür kokan bir kasaba... Günlük kaygılar ve baharın gülümseyen gelişiyle hareketlenen bir yaşam... Kasabaya yaklaşıyordu otobüs: sessiz, dingin, çorak ve yorgun kasabaya... Yolcuların sıkıntılı yüzlerinde bir gevşeme olmuş, renksiz ve biçimsiz kirli sakallı Anadolu erkekleri sigaralarından son nefeslerini çekiyorlardı. İçlerinde, bu sükunete dahil olmayan, kıpır kıpır bir öğretmen vardı. Uzun bir aradan sonra kasabaya dönüyordu. Gazetesini katladı, iki yıl öncesinde kalmış belli belirsiz hatıralar yokladı onu... Kasabanın çağrışımlarını, sigara ve kömür kokusuyla birlikte çekti içine... Uzun ve kötü bir geçmişten dönüyordu, bu süre içinde çokça düşünmüş, ayrıntılarına, açmazlarına, ayağına dolanan aşklarına dokunmuştu tek tek... Yeni bir başlangıç için, baharın esintileri, kokuları ve birikmiş anılardan başka kimsesi yoktu; yalnızdı kasabada; evsizdi... Otobüs, bildiği bir alışkanlıkla, el yordamıyla son durağına vardı, durdu ustalıkla, yolcuların yüzünde bir rahatlama ifadesi görülürken, öğretmen caddeye, tabelalara baktı ve indi sessizce. Valizini aldı, önce nereye gitmeliydi? Kimi aramalıydı, bilemedi. Bir süre yürüdü. Caddeleri hatırlamaya çalıştı, tanıdık bir sima görmek istedi, istemekle kaldı sadece... Bir süre sonra karar vermiş, kalacağı lokale yaklaşmıştı. Durdu, bir sigara yaktı ve resepsiyondaki sahte gülücüklü adamın adını hatırlamaya çalıştı. O adamın da biçimsiz bir aşkına tanıklık ettiğini düşündü, yüzünde utanmayla karışık alaycı bir gülüş belirdi. O akşam orada kaldı, temiz çarşaflar, ferah bir oda ve lokalde yenen güzel akşam yemeğini süsleyen rakı, ona güzel bir başlangıcın ipuçlarını veriyordu, keyiflendi... Okula gitti ertesi sabah. Her şey, herkes farklı görünüyordu gözüne, baharın coşkusu, yeni bir başlangıcın heyecanı.. İki ayı bu şekilde tamamladı. Yeni insanlara ve yeni olan her şeye doyulmaz bir heyecanla sarılmıştı. Yaz bitiminde, eskilerden kalma bir sevdanın peşine düştü. Bu eylül sükuneti ile başlayan, hayal etmesi bile büyük bir coşku uyandıran kişi, bu aşk; onda tarifi imkansız bir ruh hali uyandırıyordu; onunla yaşamak, onunla olmayı düşünmek, hatta onunla konuşabilmek bile, büyük bir heyecandı. Belki de uzun süre sonra geldiği bu her yanı tozlu kasabada, hayata böyle bağlanıyordu. Lakin bu serüvenin de, bir karakışta sona ereceğini bilmiyordu. Fakat artık yüreğinin nerede olduğunu biliyordu. Ve artık acının insanın ruhuna bir akşam kızıllığı gibi sızdığını öğrenmişti. O “karakış”tan sonraki baharda, hayata yeniden tutunması gerekiyordu. Uzun sürdü bu sıkıntılı dönem. Acı, kendini ilk defa böyle belirgin bir biçimde göstermişti ona. Tanışmışlardı artık... Bir güzel dilden, bir güzel sözcükle sesleniyordu bu anların kahramanına: Ona “”Yaşam” adını vermişti.... ... Güneş, Ahşap, sobalı bir evde oturuyordu, çevresindeki her şey; sefalet, yalnızlık, acı ve ayrılık kokuyordu; kendini bir daha hiç iyi hissetmedi o evde. Kaçmak istiyordu; kasabadan, evden, okuldan ve kendinden... Bir süre daha yaşadı orada. Ama ağırdı kaldırdığı her yük, ağırdı okudukları; ağırdı şiirler, imgeler, semboller... Gencecik öğrencileri, onun neşeli hallerini özler olmuşlardı. Bir gün erken kalktı, silkinmesi gerektiğini düşündü. Kahvesi ve sigarasıyla uzun uzun dışarıyı seyretti, mevsimin son karıydı belki de yağan. Güzelce giyindi ve okula gitti, uzun zamandır derslerini şiire ayırmıştı. Gencecik çocukların ince duyarlıklarını şiirde seyrediyordu; onların her dizenin rüzgarına kapılışını; ezik, içten ve yüzüne yerleştirdiği hayranlık ifadesiyle seyretmeyi seviyordu. Bir gün yine böyle dersi ve kendini şiire kaptırmışken, bir anda sınıfta bir çift gözün, çok derin, çok sessiz, çok içten baktığını fark etti. Bu sessiz ve solgun yüzün sahibi, gözleriyle, çocuk olmadığını, derin bir sessizlikle örülü farklı bir dünyası olduğunu söylüyordu sanki. Çıktı dersten, yanılmak istedi, sigarasından bir nefes daha aldı, kar durmuştu. Ve o sınıfın dersi bittiği için sevinmişti; ama karışmıştı kafası... Uzun süre düşündü, uzun uzun yürüdü, fakat derin bir sıcaklığın bedenini sardığını hissetti. Bu duyguyu tanıyordu. Kararsızlık , hayranlık ve bir serüvenin doğuş sancılarını hissetti.Ama önemsememesi gerektiğini, yüreğinin (belki de) bu yükü taşıyamayacağını düşündü. Yanılmak ve unutmak istedi. Artık yeni evindeydi... “Yaşam” ın detaylarını, ruhunun derin dehlizlerine atmaya çalışıyordu ve başarıyordu da... Belki de “Güneş” diye adlandırdığı o derin gözlerin, o solgun yüzün bedeninde yarattığı yeni titreyiş, “Yaşam” ı unutturmaya, bunu hızlandırmaya başlamıştı. Artık “Güneş” vardı hayatında, isteyip istemediğinden emin olmadan. Sadece adını sessizlik koyduğu bu ılık rüzgara kapılmayı istiyordu. Bir sabah, onu düşünde, beyaz bir pelerinle kapıda sessizce beklerken gördü. Günlük yaşamı, her zamanki gibiydi, oldukça rahat ve kaygısız yaşıyordu, yemekleri dışarıda yiyor, hayatı önemsemeyen, hoyrat ve neşeli günler geçiriyordu. Kalbini bazen dinlemekten vazgeçip, günlük kaygılara dalıyordu. Fakat “Güneş “ yokluyordu sık sık. Sakin sularda seyreden küçük bir yelkenli gibi yaklaşıyordu; dehlizlere inmek isteyen bir serüvenci karalılığı olmasa bile, sükunetiyle bunu başaracak gibi görünüyordu. Anılara kuşbakışı bakan bu yorgun yürek, bir yandan da, bu gözleri keşfetme arzusu ile dolmuştu. Şiirle devam etti, bu tehlikeli ve kışkırtıcı döneme. Okulda, evde, içerken sürekli şiire dair bir incelik yakalamayı başarıyordu. Böylece geçiyordu günler. İçine yaptığı yolculuklardan usanmamıştı. Her günün akşama kavuşması, ”hoyrat akşamüstü” olması anlamına geliyordu ki bu oldukça zor bir ruh haliydi; bu, ıssızlığına biraz daha yaklaşmaktı; bu, diplere doğru sürüklenmekti... Buna rağmen “Güneş” in sıcaklığını hissetmeye başlamıştı. Sıcaklığın ötesinde bir şeydi bu. Yakından tanıyordu bu duyguyu ama böylesi bir girift duruma düşmemişti daha önce; soyut ve sessizdi “Güneş”, anlamlı ve duyarlı bakıyordu. Çok az konuşuyordu, hatta hiç konuşmuyordu. Bu ürkütücü gizem, beraberinde bir keşfetme arzusu getiriyordu. Issız, sessiz ve dingin yaklaşıyorlardı. Günler bu şekilde geçmeye devam etti, her gün birbirlerine dair yeni bir detay buluyorlar, her gün ortak bir şiirden, ortak bir dizeyi farkında olmadan keşfettiklerine tanık oluyorlardı. Nihayet, serin bir haziran akşamında, sözcüklerin yardımına koşuldu; nihayet gözlerin aylardır yaptığını, sözlere ve tene bıraktılar... Sessizliğin, ıssızlığın ve dinginliğin yerini artık coşku almıştı... ”Güneş”, ince duyarlığı ve olgun yüzünü, bir genç kız coşkusuna bırakmıştı. Mutluluk bu ise eğer, mutlulardı. Zamandan ve tarihten dakikalar kopardılar aylarca, küçük bir kasabada bir serüven romanının kahramanları gibiydiler. Kaygı ve ürkü besliyordu adeta aşklarını... Sözcüklere diz çöktüren ince ve dolu ifadelerle yazışıyorlardı. İkisi de dili iyi kullanıyordu. Ve öpüşler öpüşler... Belki de ten bu kadar güzel dokunuyordu insan bedenine girdiğinden beri, belki de dudaklar bu denli anlamlı ve sıcaktı ... Bir süre sonra, bu kasabadan ayrılma vakti geldi. Kasabadan, “Güneş” ten değil... Ardında, her zamankinden daha farklı bir çift göz bırakmanın bilinciyle topladı bir gün eşyalarını. Çok şey vardı o gözlerde. Bir koca yaşanmışlık; kasabanın, geçmişin anılarından çok, o gözler ve berrak gözyaşları kaldı tozlu bir yoldan geriye bakarken, saklayamadı ağladığını.... “Güneş” batmamıştı o gün. Aslında hiç batmayacak, hiç batmayacak görünüyordu. Aylarca gelip gitmeye devam etti; hafta sonu dahi olsa görüşüyorlardı. Aşka, coşkuya özlem de katılmıştı. Bu yeni ruh hali, bu yeni şehir; bu şehrin karanlığının üstünde gezinmek ve yüreğe doldurulan ince öpüşleri “güneş”in.... Daha da zorlaşmıştı her şey, bir uyum , bir şehir ve bir bitmemiş sevdanın çelişkisi ve yine hayata tutunma çabası... Aylar geçiyordu yine ve bir sıcak ağustosta görüştüler. “Güneş” daha özgür ve daha güçlü idi artık. Bir şehre gelebilecek kadar ve bir şehri onunla yaşayabilecek kadar. Uzunca bir süre devem etti böyle.Sürekli yollardaydı “Güneş” ve her gelişinde , aşkı , şehri, evi ve onu yeniden keşfediyordu Her şeyle yeni tanışıyordu sanki, hayatı duyumsamaya aç, yapılan her şeyi sükunetle izleyen , coşkusunu belli etmeyen bir sessiz mutlulukla gelip gidiyordu. Bir zaman sonra ayrıntılar çoğaldı. Büyük şehrin sinemaları, barları, kitapevleri, müziği, kalabalığı tanıklık ediyordu bu adına “sevda” denilen, belki “aşk”, belki “tutku” denilen gidişe... Uzun uzun konuşuyorlardı geceleri, okuyorlardı, gülüyorlardı, içiyorlardı... Bir süre sonra gelişler, daha bir tutkuyla beklenir oldu. Bir süre sonra , öğretmenin içine doğru gidişleri arttı, bir süre sonra ; bir süre sonra “Güneş” in suskunluğu da arttı. Kullandıkları dil, okudukları, tanıdıkları farklılaşıyordu.Öğretmen tanıdık acılarını ince sızılarını duymaya başladı.Artık onu daha fazla düşünür olmuştu.Kendini ve eskileri yoklamaya çalışıyordu, dokunuyordu tek tek ayrıntılara. Artık anlaşılamadığını,anlamadığını farklı bir dünyanın, sessiz bir dünyanın oluşmakta olduğunun farkındaydı, onun da bir sabun köpüğü gibi kayıp gideceğini hissetmişti. Üç yıl içinde ilk defa ayrı kaldılar bir süre, bu halleri bildiği halde bu “ayrı kalma” hissini içinin derinliklerinde sorguluyor, içinden çıkmaya çalışıyor fakat ince duyarlıklar; küçük bir detay, küçük bir dize, bir müzik ve bir koku onu her an çıkmaz bir sokağa, bir labirente, bir dehlize sürüklüyordu.Zaten ayrılmayı beceremeyen, kutsal saydığı hislerinin ardından yıllarca sürüklenen, belki de bundan haz duyan tanımsız bir ruh haline sahipti. Belki de aşkı böyle tanımlıyordu... “Güneş” de en az onun kadar ince, en az onun kadar geçmişe saygılı ve en az onun kadar beceriksiz olduğu için, son dönemleri benzeri nadir görülen uzak bir birliktelikle devam etti. Konuşmuyorlardı eskisi gibi, en son gittikleri filmi hatırlamakta zorlanıyorlardı; eski mekanlarında daha az oturur olmuşlardı. İç fırtınaları hiçbir zaman dinmedi ikisinin de . Her derin sıkıntıda bir şekilde görüşüyorlardı; ama hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı gerçeği, bir rüzgar gibi dokunuyordu yüzlerine, soğuk bir rüzgar gibi.... Nihayet, “Yaşam” ın gidişi gibi, “Güneş” de ufka doğru yolculuğuna başlamıştı. MEHMET FIRAT KENDAL Mart- 2005 , Ankara
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hüseyin Kutlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |