Benim bu göz kapaklarımın fütursuzca birleşme isteğine kulak asmayıp, kelimeleri cümleler içinde az sonra doğacak şafağa kurban edişim aslında, sırtının sıvanma, başının, saçlarının okşanma isteğidir, kerrat cetvelini 9' lara kadar ezberlemişim gibi. Karşında susuşum ya da yoktan anlamayışım, bu günlerden kalmıştır belki de. Sen de tıpkı o günlerdeki gibi, beni anlamayan ebeveynlerim gibisin maalesef. Oysa benim adımın mezar taşım dahil, herhangi bir yere koyu harflerle yazılmasını istiyordum diğer yazılanlardan farklıca. Aslında bir çok yerde oldu bu isteğim. Büyük ve kalın yazılmış " K " harfinin işaret ettiği konuşanlar listesinin ya da bir başka deyişle öğretmenimiz geldiğinde dayak yiyecekler listesinde hep yanında bolca kalın " X " lerin olduğu ve ilk sırada geçerdi adım. Tabi öğretmenimiz yada müdürümüz geldiğinde benim de yanaklarım iyice kabarır, ellerimin derileri 50 cmlik cetvellerin baskısıyla kalınlaşırdı. O zamanlardan başladı türkçe derslerinden nefret edişim, gerçi hep pekiyi gelirdi bir çok dersim gibi, ama yine de sevmezdim. Çünkü hep türkçe dersinde öğretmenimiz sınıftan çıkarırdı beni ve en çok o derslerde dayak yerdim. Hiç bir kız öğrencinin eteğini kaldırmadım ama yine de yaramaz bir çocuktum. Yazık ki ne kadar aşağılayıcı olan yaramaz kelimesini benimsemiştim. Şimdilerde düşünüyorum da yaramazlığın anlamını. İşe yaramaz, beş para etmez gereksiz bir varlık. Ne acıdır ki hala bu kelimeyi hala sarf ederiz, benim gibi çocuklara, kırılganlıklarını yok sayarak. Oysa benim bu konuşkanlığım, yaramazlıklarım! hep bir dikkat çekmeye çalışmakmış. Bunu şimdilerde anlıyorum. Çocukluğumda durumumuz pek iyi sayılmazdı, büyüklerimin ekmek karnelerinden bahsettikleri yıllarda büyümüştüm. Babamla hafta sonları hariç, hiç kahvaltı ettiğimi hatırlamam. Hep sabahın 5 buçuğunda kalkıp işe gider, akşam 9 gibi evde olurdu. Annem ise bir konfeksiyon atölyesinde çalışırdı. Okula gidene kadar ben de onunla kalırdım. Büyük bir kara trenin makine dairesindeymişçesine, overlok makinelerı gürültüleri ve büyük ütülerin istimleri arasında geçerdi okula gidene kadarki zaman dilimim. Ben ise bütün bu olan biten arasında yüksek sesle hayat bilgisi ve din kültürü ve ahlak bilgisi derslerini ezberleme uğraşına girerdim. Herkesin ekmek kavgasının içinde sevimli bir çocuk silueti idim sadece. O zamanlar gazetelerin promosyon sevdası başlamamıştı, sadece her cuma günü kartondan maketler vermekle yetinirlerdi. Ben ise patronun verdiği harçlıklarla UHU ve gazete alır, maketimi yapar, karşısında hayallere dalardım. Hiç unutmuyorum kimse anlamamıştı Kız Kulesi’nin maketinin karşısında hayallere daldığım iki saat içinde neler yaşadığımı. Ortaokuldaki platonik ve bol kafiyeli şiir! dönemlerimde de anlamamışlardı. Anlayamazlardı zaten. Sancılı bir ergenlik döneminde anlayabilen yoktu beni. Hep kendimden büyük davranmak zorunda bırakıldım. Hep burnum sürtüldü. Bir imam hatip lisesi baskısı kıvamındaki meslek lisesini bitirdiğimde asiliğimi de anlayamadılar. Üniversite de Avcılar’ın soğuğunda plastik bardaklardaki bol karbonatlı çaylarla ısındıktan sonra, günlerce bir ahırda kapalı kalmış aç kurtlar gibi sağa-sola saldırdığımı, saçlarımı neden bir uzatıp bir kestirdiğimi, neden bir dönem Taksim’in en aşağılık rock barlarında siyah tonlarda hayallere daldığımı, sigara dumanı ve su katılmış 3-5 biranın ardında iki kişinin rahatlıkla sevişebileceği tahta oturaklara derin dalışlarımı anlayamadıkları gibi. Beni anlayamayan dost sandıklarımın da bir bir kayboluşunun ardından bunalıma girip intihar denemelerimi de ben anlayamamıştım zaten. Görüyorsun ya, hayat aslında anlayamamaktır. Tıpkı gecenin bu atıl karanlığını pervasızca yok sayıp, odama akan ay ışığının açık perdelerin ardındaki gözleri hiçe sayarak benimle sevişmesini anlayamadığım gibi, bana bu kadar yakın olduğun halde beni artık anlayamamanı anlamıyorum.