En bilge insanlar bile arasıra bir iki zırvadan hoşlanırlar. -Roald Dahl |
|
||||||||||
|
Çocukluğumda; hemen heryerde oyun oynayabilirdik. Tarlada, bahçede, harman yerinde, çeşme başında, derede, ırmakta ( çamaşırhanede), samanlıkta bile...Nerde olursa. İşte böyle zevkle oyunlar oynadığımız yerlerden biri de caminin avlusu ve bahçesiydi. Ancak orada her zamankinden, her yerdekinden daha dikkatli olmak, daha uslu davranmak zorunda hissederdik kendimizi. Yoksa günah olurdu, camiye saygısızlık olurdu. Büyüklerimiz böyle söylüyorlardı. Avlunun duvarlarına öğretmenimiz atasözleri yazdırıp, astırmıştı bize. Bu atasözlerini renkli resimlerle süslemiştik. Benim yaptığım resim yoktu ama, olsun. Arkadaşlarımın yaptıkları vardı, bir de ablamın. Ben hiç güzel resim yapamıyorum. Şarkıları da güzel söyleyemiyorum. Koro halinde söylerken, çirkin sesim arada kaynayıp gidiyor ama, yalnız söylerken kötü olduğu çok belli oluyor. Ama ben de saçlarımı çok güzel yapıyorum. Saçlarımı orasından burasından toplayıp, tokalar takıyorum. Kurdelesiz hiç dolaşmıyorum. Kurdele bana çok yakışıyor. Cebimde bir aynam var. Şöyle yuvarlak, arkasında horoz resmi olan bir ayna. Çıkarıp çıkarıp bakıyorum. Okulun en güzel kızı benim galiba. Nimet de güzel ama, onu pek sevmiyorum. İkide bir bana; “ Benim babamın çok parası var.” deyip duruyor. Benim babamın ne kadar parası olduğunu bilmiyorum ki ben. O nedenle “ Benim babamın da çok parası var.” diyemiyorum. Dersem yalancı olurum. Yalancı bir kız olmak istemem . Caminin avlusunun duvarına astığımız atasözleri ; sağlık, temizlik, yardımlaşma ile ilgiliydi. Birkaç tanesini hatırlıyorum bu sözlerin: ”Akıllı insanların içkisi sudur.”, “ Her kadeh, ölüme giden bir basamaktır.”, “ Beşikten mezara kadar oku.”, “ Okullar dolmayınca, hapishaneler boşalmaz. “ gibi...... Bu sözlerin orada bulunması, büyüklerin bunları okuduklarını bilmek, bizi gururlandırırdı. Çünkü bunlar bizim eserimizdi. Kimbilir belki bir gün öğretmenimiz, benim bir yazımı da asar. Okumam iyi değil ama, yazım çok güzel. Caminin bahçesinde oynarken, pencereden içeri bakardık. Caminin görüntüsü hem çok hoşumuza gider, hem bize huzur verirdi. Yerlerde renk renk kilimler, camı pırıl pırıl parlayan kocaman gaz lâmbaları, hocanın çıkıp birşeyler söylediği merdivenli, yüksek bir yer vardı.........Köyde rahatça girip çıkamadığımız tek yer camiydi. Çünkü kapısı kilitli olurdu. Biz de penceresinden bakardık. Bazı geceler mevlit olduğunda biz de annemle gitmek isterdik camiye. Ama annem genelde bizi götürmezdi. Bir değil, iki değil, üç çocuk; hangi birimizi götürsün! “ Orası çoluk çocuk yeri değil.” Derdi. Birkaç kez gitmiştim ama. O da babamın sayesinde. Babam annemi zorla razı etmişti. İbriklere doldurulan şerbet ikram ediyorlardı mevlitte. Şerbet, ibrikten bardaklara doldurulup, öyle veriliyordu.Üç - dört bardak elden elden ele, dudaktan dudağa dolaşır dururdu. Aynı bardaktan, birçok kişi şerbet içiyordu yani. Olsundu, bir şeycikler olmazdı. O şerbet çok güzeldi. İçinde gül suyu mudur nedir, güzel kokan bir şey vardı. O şerbeti çok seviyordum. Keşke biz çocuklara iki bardak verselerdi..... Bir akşam yine mevlit vardı camide. Annem, mevlide gitmeyi çok istediğimiz halde bizi götürmedi. Ne kadar yalvardık ama nafile! Sırf o şerbeti içmek için gitmek istiyordum. N’olurdu sanki annem bizi de götürseydi? Hiç yaramazlık yapmazdım camide. Annemin yanına diz çöker, uslu uslu otururdum. Ama kardeşim için söz veremem. Çünkü o biraz yaramazca. Daha doğrusu daha çok küçük. Camide nasıl davranılması gerektiğini bilmiyor ki!... Ne dediysem annemi ikna edemedim; bizi götürmedi camiye, kendisi gitti. Ablam, kardeşim ve ben evde kaldık. Fazla da ısrar etmenin gereği yoktu zaten. Annem “ olmaz ” deyince olmazdı. Annemi çok seviyorum ama, biraz inatçı galiba.....Anneme küstüm beni götürmedi diye. Camiden gelince – eğer unutmazsam – kendisiyle konuşmayacağım. Bazen küsüyorum anneme, sonra küs olduğumu unutup, konuşmaya başlayıveriyorum. Ablam kızıyor bana; “Annelere küsülmez.” diyor. Küsmekten vaz mı geçsem, ne yapsam. Annem gidince ablam, annemin zaman zaman okuduğu dini kitabı buldu, geldi yanımıza. “ Hadi, biz de mevlit okuyalım.” Dedi. Ama önce şerbetleri hazırlamamız gerekiyordu. Üç bardağın içine biraz şeker koyduk. Üzerine su doldurup, karıştırdık. İşte şerbetimiz hazırdı. Güzel kokusu falan yoktu ama, olsun. Güzel kokması için içine kolonya dökecektik, sonra vazgeçtik. Daha doğrusu ablam “ olmaz ” dedi. Annem evde olmayınca, söz sahibi ablam oluyor. Sedirdeki yastıklardan birini yere koyduk. Üzerine kocaman bir sini oturttuk. Şerbet bardaklarını siniye sıraladık. Üçümüz de , sininin etrafında diz çöktük. Kardeşim, şerbeti içmek için sabırsızlanıyordu. Ablamla ben izin vermedik. Herşeyin bir sırası vardı. Kardeşimin bunu öğrenmesi gerekiyordu. Ancak zamanı geldiğinde içecektik şerbeti. Aynı camideki gibi. Kaçmıyor ya şerbet, orda işte. O da bekledi, bizim sözümüzü dinledi. Ablam, annemin kitabını eline aldı. Ciddi bir tavır takınarak, bize mevlitten bazı bölümler okudu. Kardeşimle ben, sessizce dinledik, sanki camideymişiz gibi davrandık. Sesi çok güzeldi ablamın. Türküleri de çok güzel söylüyordu. Bütün türküleri bilir ablam. Nuri Sesigüzel’in, Niyazi Yılmaz’ın, Nezahat Bayram’ın, Nevin Akol’un... Hele o “ Kayaların arını / Süpürseler karını ” diye bir türkü var ya, işte onu çok güzel söyler........Yani şu ablamın elinden, dilinden gelmeyen bir şey yok. Bütün ablalar mı böyle, bilmiyorum. Acıklı ilâhiler de okudu bize ablam. Sonra, ” Susadım gayet hararetten kat’i / Sundular bir cam dolusu şerbeti ” deyince , kardeşimle ben gözgöze geldik, hemen şerbetleri içtik. Çünkü camide dikkat etmiştim; şerbet ikramının ne zaman yapıldığını biliyordum. Mevlitte “ şerbet ” sözü geçer geçmez, şerbeti ikram etmeye başlıyorlardı. Biz de aynen öyle yaptık. “ Şerbet ” sözünü duyar duymaz, şerbetleri kafamıza diktik. Cümlesini tamamlayınca, ablam da içti. Yok, pek hoşuma gitmemişti bu şerbet. Camide herkesle beraber içilen şerbetin tadı başkaydı. Hem bizim şerbetimiz, camide içtiğimiz şerbet gibi güzel kokmuyordu. Ablamın yüzünden. Kolonya dökseydik içine, ne güzel kokacaktı. Ama yine de hiç yoktan iyiydi. Dökünecek gül suyumuz yoktu. Biz de onun yerine kolonya dökündük. Mevlidin sonunda dua yapmayı da unutmadık. İşte böylece camiye gidememenin eksikliğini, bu şekilde gidermeye çalıştık. Kendi kendimizi avutmanın bir yoluydu bu. Artık sıra oyuna gelmişti. Dört sandalyeyi büyükçe bir karenin köşelerine gelecek şekilde odanın ortasına koyduk. Üzerine bir çarşaf örttük. Böylece bir çadır yapmış olduk. Çok pratiktik. Her şeyi kolayca hallediyorduk. Çadırın içine girip, annem camiden gelinceye kadar oynadık. Erkek kardeşim, her zamanki gibi canavar oldu, ablamla beni yakalayıp yemeye çalıştı. Ama biz, izin vermedik. Öyle küçücük canavara kendimizi yedirir miyiz hiç! Annem camiden gelince, kendisine küstüğümü unutup, onunla konuştum mu, hatırlamıyorum. Ancak, çok seyrek olarak gittiğim camide içtiğim şerbetin tadını hiç unutmadım.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |