Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender |
|
||||||||||
|
“Ne yapıyorsun ulan!” “Parlak oğlanlara dayanamam da… Ne olmuş? Herkese şapır şupur, bize yarabbi şükür demezsin her halde? Gel, etrafta hazır kimse yokken girelim şu helaya!” Bora, “Ulan, bu terbiyesizliğini pahalıya ödetmezsem sana!” diyerek adama saldırıp yıktı yere, üstüne çıktı, rastgele, seri yumruklarla vurmaya başladı. Çiroz, dayak yerken, bir taraftan da arkadaşına bağırmaya başladı. “İrikıyımım!… İrikıyım ulaaan!… İrikıyııımmm, gelsene ulaaannn!…” İrikıyım geldi, ama Paşa ve arkadaşlarının arasında. Paşa ve arkadaşları, aralarındaki İrikıyımı ite kaka tuvalete soktuktan sonra hepsi birden tekmelerle, yumruklarla dövmeye başladılar. Paşa, arkadaşları “Ahlar, vahlar!” arasında İrikıyım’ı dövmeye devam ederken, onları kendi hallerine bırakıp geldi, Bora’yı tutup, Çiroz’dan uzaklaştırdı. “Sen, bi zahmet koğuşa dön kardeşim! Gardiyanlar burada bulmasınlar seni…” Bora, hırsından ağlamaklı, “Tamam.” diyerek tuvaleterden çıktı, gitti. Paşa, Çiroz’un suratına insafsızca bir tekme daha savurdu. “Buraların külhanbeyliği size ne zaman bırakıldı ulan!…” * Bora, sabahın köründe bir haykırışla uyandı. “Paralarımı! Paralarımı almışlar.” Haykıran dün çay ocağında tanıştığı mühendisti. Adam, ranzasında heyecanla sağa sola, ceplerine bakındıkça haykırmaktaydı. “Kim aldı ulan paralarımı? Çıksın ortaya!” Diğer mahkumlardan uyananlar içinde kızgınlıkla söylenenler vardı. “Kes lan sesini!” “Paranın kahyası mıyız?” “Kardeşlerim! Allah rızası için verin paralarımı! Hepsi, hepsi, olan param o kadardır!Ne yaparım ben bu mahkumiyetimde, ne yerim, ne içerim?” Paşa, uykulu halde adamın yanına geldi. “Yahu, mühendis bey! Yoklamaya kadar sabredeydin de, ondan sonra yaygara edeydin ölür müydün?” “Sen mi aldın yoksa paralarımı? Çıkart lan, çıkart!” Paşa, onun ellerini zapt ederek, yatağına ittirdi. “Tövbe estağfurullah! Kafayı mı yedin be hemşerim, otur şöyle, otur!” Yaşlı Gardiyan, bir anda koğuş kapısında belirerek “kimdir o haykıran be yau?” diye sordu. Mühendis Muhsin, gardiyanın yanına geldi. Ağlamaklı bir sesle derdini anlatmaya başladı. “Paralarımı almışlar! Ne olur, çalan kim ise, geri alın onları… Başka hiç param yok, aç kalırım, susuz kalırım…” “Kim çalmış be?” “Bilmiyorum. Uyurken…” Yaşlı Gardiyan, koğuştakilere kızarak “Kim aldı bu garibanın paralarını be yau?” diye seslendi. Koğuştakilerden ses gelmedi. Yaşlı Gardiyan, “Her kim aldı ise, aldığı gibi geri versin, yoksam Başgardiyana haber verir, hepsicinizi aramaya sokarız!” diye devam etti. Paşa, mühendisin yattığı ranzanın altına eğilmiş bakınırken, elinde paralarla doğruldu. “Düşürmüş, komutan! Aha, ranzanın altından buldum!” “Hayır! Ben bakmıştım ranzanın altına!” Paşa, “Ne yani? Paraları ben aşırmıştım da, sonra bulmuş gibi mi yaptım? Öyle mi demek istiyorsun sen?” diye söylenerek paraları getirdi, adamın eline tutuşturdu. Muhsin paralarını sevinçle teslim alıp, saymaya başladı. Yaşlı Gardiyan, “Tamam be ya, adamım! Uzatma da, sok cebine paranı… Bulundu işte be!…” diyerek çıktı, gitti. Paşa, “parana mukayyet ol da mühendis bey, millete çamur atma bir daha!” diye söylenerek bölünen uykusunu tamamlamaya döndü. Bora, ranzanın üst katındaki yatağına tırmanan Paşa’ya müdahale ederek, “az sonra yoklama yapılacak, yirmi dakika için uyuyacak mısın?” diye sordu. Paşa, kolundaki saate bakarak, “Yirmi dakikada ben yirmi tane daha rüya görürüm, ” dedikten sonra uykusunu sürdürmek için yatağına uzandı. Onunla birlikte mühendis Muhsin dahil, tüm koğuş yeniden uyumaya yattı. Bora, ranzasında oturmayı sürdürürken, yastığın altındaki kitabını eline alarak, dışarıdan vuran sabah aydınlığında okumaya başladı. * Bütün mahkumlar tek sıra halinde, yemekhanenin içinden kapı önüne kadar dizilmişler, sıra ağır ağır ilerlemekteydi. Paşa ile Bora da ellerinde birer boş tabldot tepsisiyle kuyruktaydılar. Mutfak görevlilerinin dağıttıkları küçük paketler içinde reçel, margarin yağ, peynir ve zeytinden tepsilerine konulanlarla giderek bir masada oturdular. Masadaki ekmek kutusundan aldıkları dilimlenmiş ekmeklerle, verilen kahvaltılıkları yemeğe başladılar. Oturdukları masanın yanındaki yoldan kahvaltılıklarıyla İrikıyım ve Çiroz gelmekteydi. Her ikisinin de yüzü gözü yara bere içindeydi. Adamlar, onları döven siyasi mahkûmların oturduğu masaların yanından geçerlerken siyasi mahkûmlardan biri laf attı. “Hey psikopat, ne oldu ağzına burnuna öyle?” “Altı tene kapı çarptı. Tek kapı çarpamazdı ya….” Siyasiler abartılı güldüler. Bora, başını kaldırıp o tarafa doğru bakınca, komik görünüşlü Çiroz ve İrikıyım ile göz göze geldi. Adamlar, Bora’nın yanından geçerlerken her ikisi de Bora’ya sapıkça birer öpücük işaret ederek geçtiler, bir masaya oturdular. Bora, öfkeden kıpkırmızı kesildiyse de, sesini çıkartamadı. * Paşa ile Bora çay ocağına gelip birer tabureye oturdular. Paşa, ”Sen, asıl bundan sonra çok dikkat et kardeşim. Yalnız başına ıssız yerlerde durma gözünü seveyim. Bir kancıklık eder, şişler bu psikopatlar. Psikopatlığın gerisine saklanıp, yapmadıkları pislik bırakmıyorlar. Millet de hadi bulaşmasınlar diye veriyor üç beş kuruş…” dedi. Bora, kişiliğiyle bağdaşmayan bu tavizi benimseyemiyordu. “Vermemek gerek.” dedi. “Vermemek gerek… Onun için tek çare bu şerefsizleri gebertip yok etmek; çünkü, her gün, yirmi dört saat dayak atsan, gene sindiremezsin bunları. Buldukları her fırsatta karşına dikilirler.” Çay ocağının kapısında beliren genç bir gardiyan, gözleriyle içeriyi şöyle bir taradıktan sonra Bora’yı fark ederek, “Bora Kavak! Benimle gel!” diye seslendi. Bora, masadan kalkarken, “niye çağırıyor acaba,” diye söylendi. Paşa, onun kaygısını gidermek için, “avukatın gelmiştir belki, git bak bakalım,” dedi. Bora, genç gardiyanın peşi sıra giderek başgardiyanın odasına geldi. Başgardiyan mütevazı masasında, önündeki sandalyelerden birisinde oturmakta olan Kantinci Apo ile sohbet etmekteydi. “Uzun yıllar Fransa’da bulunmuş bir dostum anlattıydı. Oradan biliyorum… Onun anlattığına göre Fransızlar, zamanında çalışmasını, zamanında da eğlenmesini bilirlermiş, iş ve dinlenme saatlerini birbirinden ayırırlarmış… “ Bir taraftan da masasındaki işleri toparlamakla meşguldü. “Bir girebilsek şu Avrupa Birliğine, aynısını uygulamak zorunda olacağız zaten de… Sen gene de, akşam mesaiden sonra kapat kantini. Gece yarılarına kadar açık tutmanın alemi mi var… Erkenden uyu ki, sabah kalkınca dinç kafayla çalışasın. Bizde illa da işle dinlenme, eğlenmeyle iş birbirine karıştırılıyor… Dinlenecek zaman çalışır, çalışacak zamanlarda da dinlenmeye kalkarız. Onun için de verimli olamayız.” Kapıyı tıklattıktan sonra açan genç gardiyan, “Bora Kavak’ı getirdim amirim,” dedi. Başgardiyan, “tamam Feyzullah, sen gidebilirsin,” diyerek Bora’ya merakla bakarak masasının önündeki sandalyeyi gösterdi. “Otur şöyle, delikanlı!” Bora, gösterilen sandalyeye oturduktan sonra, ona masadaki diğer adamı tanıttı. “Apo, cezaevimizin kantin sorumlusudur. Seni, cezaevi müdürümüzün talimatı uyarınca, kantinde Apo’nun yardımcısı olarak çalışmakla görevlendiriyorum. Yapacağın her şeyi Apo’nun talimatları doğrultusunda yapacaksın, onun sözünden çıkmayacaksın. Tamam mı? Anladın mı?” Bora bu sürpriz gelişmeyi soğukkanlılıkla karşıladı. “Siz öyle münasip gördükten sonra, tamamdır efendim.” * Kantinci Apo onu doğruca kantine götürdü. Bir sandalyeyi göstererek, “Şimdilik şöyle otura koy,” dedi. Bora, onun gösterdiği yere oturduktan sonra, “sağlam torpil koymuşsun yeğenim, işi ta müdürden bağlamışsın valla,” diyerek sırıttı. Bora, bozularak, “yok öyle bir şey Apo dayı,” diye çıkıştı. “Gözünde büyütme beni. Ben, öyle torpil koyacak, filan çapta bir adam değilimdir.” Apo’nun pek inanası gelmedi ona. “E? Nasıl oldu öyleyse? Şu cezaevinde kaç mahkum var ise, hepsi kantinci olmak için can atar iken, daha ikinci gününde, hem de siyasi bir mahkum iken, seni buraya vermeleri neden?” Bora, bu gelişmenin olmasında Cemal’in babasının parmağı olabileceğini düşündü, ama emin olmadan Apo’ya söylemek istemedi bunu. “Bak şimdi, nedenini en az senin kadar ben de merak etmeye başladım!” diyerek adama gülümsedi. Apo, camekana yanaşan bir müşteri ile ilgilenmeye başlayarak, Bora’ya oradan laf yetiştirmeye başladı. “Sordum, başgardiyan da bilmiyor.” Camekandaki müşteri, lafın kendine edildiğini sanarak, “neyi bilmiyormuş?” diye sordu. Apo, ona bozularak, “sana ne lan!” diye çıkıştı. “Ne istiyorsun sen?” “Kızma be Apo dayı, bana laf ettin sandımdı,” diyen müşteri, isteğini, “bi Bafra ver bana,” diye belirterek parasını içeri uzattı
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kemal Yavuz Paracıkoğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |