Kürdizm ve Devrim
SİYONİZMİN KÜRT VERSİYONU "KÜRDİZM"
Terör örgütünün siyasal uzantısı olduğu artık iyice açığa çıkan etnik, ırkçı ve ayrılıkçı bir partinin önde gelenleri ve terör örgütü liderince Ağustos 2009da yapılan açıklamalar bölücülerin öngördükleri hedefin aşiretleri ayrı bir millet gibi örgütleyerek kendi ordularını, güvenlik güçlerini, eğitim kurumlarını oluşturma ve Kuzey Irak'taki özerk bölge Kürdistan ile birleşerek ayrı bir devlet kurma sevdasında olduklarını bir kere daha göstermiştir. Bu nedenle "Güçlü ordu, güçlü Türkiye" gibi söylemlerden rahatsız olmaları çok doğaldır.
Ağır vergiler ve hayat pahalılığıyla ezilen, geçim derdine düşmüş halkın bezginliğinden cesaret alarak federasyon, özerklik, ayrı dil, ayrı bayrak gibi istekleri dillerinden düşürmeyenler, kabile ve aşiret taşkınlıklarını, taş atan çocukları, çapulcu tepişmelerini güya bir halkın bağımsızlık savaşı olarak gören ve göstermekte ısrar edenler, ve tüm bunları “Kürt sorunu” olarak kamuoyuna dayatanlar terörün siyasal hedeflerini haklı ve meşru göstermiş olurlar.
Oysa sorun "Kürt sorunu" değil, Siyonizm'in Kürt versiyonu "Kürdizm" yani "Kürtçülük"tür. Siyonizm Birleşmiş Milletler kararıyla "ırkçı" bir görüş olduğu için insanlık adına mahkum edilmiştir. Aynı uygulamanın Kürtçülük için de yapılması gerekmektedir.
KÖYLÜ PROFESÖR OLABİLİR, AMA AĞA OLAMAZ
Bugün Kürtler veya kendilerini Kürt olarak tanımlayanlar veya hangi etnik gruptan olursa olsun çeşitli kökenlerden insanlar istedikleri her yerde ve Türk ulusunun bir parçası olarak özgürce yaşamakta ve gerekli çabayı gösterdikleri takdirde devlet yönetiminde en üst mevkilere kadar yükselebilmektedirler. Oysa aşiret düzeni ve törelerin egemen olduğu yerlerde bu mümkün değildir. Bir köylü profesör olabilir, ama asla ağa olamaz değil mi?
Kurulacak özerk veya ayrı bir etnik devlet sadece aşiret düzenini siyasallaştıracak, ağalık düzeni ve feodal yapıyı pekiştirecektir. Neden? Çünkü, ağaların ve aşiret reislerinin özerk veya ayrı bir yönetim kurmayı istemelerinin asıl nedeni yıllardır bir karabasan gibi peşlerini bırakmayan toprak reformu tehdididir. Ayrı bir yönetim kurdukları takdirde aşiret liderleri yine yönetici konumlarını koruyacaklar ve dolayısıyla statüko aynen devam edecektir. O halde, aşiret reisleri günün birinde ellerindeki muazzam arazileri toprak reformuyla yitirmemek için Kürtçülük ve terör yoluyla salt kendilerince denetlenebilecek bir yönetim oluşturarak mülklerini güvence altına almayı, kendi özerk bölgelerinde kendi çıkarları doğrultusunda bir yönetim şekli tesis etmeyi uygun görmüşlerdir. Irak'ta yüksek mevkilere gelen aşiret reislerinden hiçbirinin kendi toprağını köylüye dağıtması diye bir şey söz konusu olmamıştır. Böyle bir şey zaten düşünülemez ve yerel törelere ve geleneklere aykırıdır.
Mayınlı arazilerin topraksız köylüye dağıtılması projesinin de aslında ağaların elindeki toprağı korumak için başvurulan yöntemlerden biri olduğu bu şekilde açığa çıkmış olmaktadır. O halde, aslında ne Türkiye, ne de Kürdistan büyükbaşların umurunda değildir. Önemli olan kişisel çıkarlar ve kişisel özel mülkiyetin korunmasıdır.
İSTERİ VE DEVRİM
Hükümet çevrelerinin timsah gözyaşlarıyla sürdürdüğü isterik açılıp saçılmalarda Cumhuriyet yerine Osmanlı özentisi -güya tüm bölge halklarını kucaklayacak- bir İslam federasyonu veya teokratik bir "Ortadoğu Birleşik Devletleri" kurulmasının ön hazırlık çalışmaları yapılıyor gibi gizlenemeyen bir coşku sezilmekte, ve her geçen gün bu aymaz coşkuyu güçlendiren açıklama ve uygulamalara bir yenisi eklenmektedir.
İmparatorluğu diriltme hayalinde olan bu çevreler Osmanlı Hanedanlığını sona erdiren, Hilafeti kaldıran, teokratik devlet düzeneğini laiklik ilkesi ile yıkan, kadınları özgür kılarak erkekle eşit konuma taşıyan, Türk dilinden Arap harflerini kaldırıp atan, yeni bir alfabe oluşturan, şeriat, gericilik ve dinciliğe karşı en ölümcül darbeyi vuran ve dünyada benzersiz bir devrimi gerçekleştiren Türkiye Cumhuriyeti'ni, Türk ulusunu, Türk Devrimlerini ılımlı İslam potasında eriterek adım adım yok etmeyi bir misyon ve vizyon olarak benimsemiş gözükmektedir.
Türkiye'nin bölgedeki varlığından ve diğer Türk devletleri ile ilişkilerinin güçlenmesinden hiç bir zaman hoşnut olmamış ABD, AB ve İsrail'in de desteklediği bu misyon ve vizyon yurt dışında planlanan ve hükümete dikte edilerek ortaya koyulan ve ancak halktan gizli olarak meclis kapalı oturumlarında görüşülebilecek bir "proje" olduğu kanısını uyandırmaktadır.
Kendi ülkesini yok etmeyi kafasına koymuş bir hükümet düşünebiliyor musunuz? İşte ülkenin içinde bulunduğu durum budur. Fransa, Rusya, Küba, Çin gibi ülkeler de halk devrimleri gerçekleştirmiş, ama onların hiçbiri şeriat, irtica, hilafet kurumu gibi kemikleşmiş yapılanmalara karşı mücadele etmemiş, ne alfabelerini, ne kadının konumunu, ne de kılık kıyafetlerini değiştirmişlerdir. İşte bu bakımdan Türk Devrimi dünyadaki en kökten, en zor ve en inanılmaz devrimdir. Çok zor koşullar altında doğmuş, iç ve dış düşmanlara karşı destansı bir savaşım verilmiştir.
Bu yapılırken kimsenin etnik kökenine bakılmamış, devrim bu topraklarda yaşayan ve işgalcilere karşı Kurtuluş Savaşı veren Anadolu halklarının oluşturduğu "ulus" tarafından gerçekleştirilmiştir. Ulus bilince sahip olamayan halklar devrim yapamazlar. Bağımsızlık savaşı veremezler. Her ayaklanma ve başkaldırı da "devrim" olarak tanımlanamaz.
Ülkemizi ve ulusumuzu oluşturan insanların çeşitli etnik kökenlerden geliyor olması çok doğaldır. Türkiye'nin özünü ve halkların çelikleşmiş birlikteliğini işte bu "Anadolu Birliği" veya "Anadolu Ruhu" oluşturur. Ancak, bu birliğin ve ruhun zayıflatılması, kirletilmesi, aşağılanması I. Dünya savaşından itibaren, halkların birbirine düşman edilmesi projesiyle inceden inceye planlanan kışkırtma ve siyasal oyunlarla gündeme taşınmış, BOP ve eşbaşkanlık sistemiyle uygulamaya konmuştur.
Bu ülkede hiç kimse etnik kökeni gerekçe gösterilerek dışlanmamış, yurttaşlık haklarından, anayasal haklardan mahrum bırakılmamıştır. Rum, Ermeni, Yahudi ve Levantenlere çok özel ticari ayrıcalıklar bile tanınmıştır. Hatta, Prof. Yalçın Küçük'ün "Sabetayist Hegemonya" tezlerini dikkate alırsak bu ülkede tüm kurumlar, fırsatlar ve kapılar Türk kökenli olmayanlara daha fazla açık gibidir. "Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, Sivas Katliamı" gibi olaylar karşı devrimci unsurların faşist uygulama ve kışkırtmaları sonucunda meydana gelmiş olup bunları tüm ulusa mal etmek büyük haksızlık olur.
Bugünkü mevcut statüko ve koşullarda, şu an, eğer en çok Doğudaki insanımız sıkıntı çekiyorsa bunun nedeni bölge insanının dışlanması veya etnik ayrımcılık değil, ancak, oradaki feodal yapı, çağdışı töreler, aşiretler, tarikatlar, ağalar, şeyhler, pirler, Kürtçülük ve terördür.
Ağaların halktan gasp etmiş oldukları tüm toprakları halka geri vermek yerine, sınır bölgelerindeki mayınlı arazileri temizleyerek topraksız köylülere dağıtmak, bölgenin demografik yapısını güneye doğru kaydırmaya ve sınır çizgilerini değiştirmeye yönelik uzun vadeli bir hedef saptırma ve kandırmacanın ön hazırlıklarıdır. Bu yapıldığı takdirde Türkiye'nin en hassas bölgeleri ve en uzun sınırı güneydoğu sınırının güvenliği ve savunma düzeneği iyice zayıflayacak ve sonunda feda edilen Türkiye olacaktır.
Oysa, yapılması gereken güneydoğu sınırının daha çok tahkim edilerek sızmaların önüne geçilmesi; ağalara ait köylerin, bucakların, arazilerin koşulsuz halka dağıtılması; ağalık ve aşiret düzeninin tamamen ortadan kaldırılmasıdır. Bu yapılınca aşiretler ve etnik diller de kendiliğinden ortadan kalkacaktır. İşte devrim budur. Yakındır.
Anadil ve dil üzerine
ANADİL ve ANADİLİ
Etnik grupların veya aşiretlerin konuştukları yöreden yöreye değişen dillere "anadil" demek dilbilim açısından doğru değildir. Her şeyden önce "anadil" ve "anadili" kavramlarını karıştırmamak gerekir.
"Anadil" (langue matrice) bir ülkede konuşulan genel, ortak ve temel ulusal dildir. Bu Türkiye'de Türkçe, ABD'de İngilizce, Fransa'da Fransızcadır. "Anadili" (langue maternelle) ise kişinin doğduğu çevre ve ortama göre konuştuğu "anne dili" veya ailesinden doğrudan öğrendiği öznel dildir.
Örneğin, bugün Türkiye'de yaşayan Yahudi cemaati kendi aralarında "Ladino" denilen İspanyol-İbrani karışımı bir "anadili" konuşur. Bu dilde Türklere "verde", böreğe "börekitas" denir. Özel isimler ve soyisimler Ladino kökenli (Stella, Roza, Liza, Flora) olabilir. Ancak, hiçbir Musevi çocuklarına "Ladino" ile eğitim ve öğretim verilmesini aklından bile geçirmez.. Bu dilde televizyon yayını yapılması talep edilirse buna en başta Yahudi cemaati kahkahalarla gülecektir. Çünkü işlevini yitirmiş, bilim dışı kalmış, sözcük dağarcığı kıt bir dil ne işe yarar ki? O ancak folklorik bir nostalji olarak yaşlıları eğlendirebilir. Aklı başında bir Musevi için bir dünya dili olan İspanyolca, İbranice veya İngilizce öğrenmek daha mantıklı bir yol olacaktır.
O halde, -işin aslını bilmeden- etnik dillere "anadil" denmesi, "herkesin kendi etnik dilini kullanması, bu dillerde radyo ve televizyon yayınları yapılması" gibi isteklere yeşil ışık yakılması bu nedenle boş, anlamsız ve gereksizdir. Çünkü, örneğin Kürtçe konuşan veya konuştukları öne sürülen aşiretler veya gruplar bile kendi aralarında anlaşmakta zorlanırlar. Kürtçenin çok farklı ağızları vardır. Köyden köye bile değişkenlik gösterir. Hangi birine öncelik vereceksiniz?
Kürt olarak tanımlanan etnik gruplar (Kürtler, Zazalar vs) Farsça, Türkçe veya Arapça gibi dilleri konuşurlar. Ancak, dilleri dönmediğinden, konuştukları Türkçe nasıl şiveli veya kabaysa, konuştukları Farsça ve Arapça’da kabadır. Bu kaba Türkçeyi nasıl ki ayrı bir dil olarak tanımlamak mümkün değilse, aynı şekilde, konuştukları öbür iki dili de ayrı diller olarak tanımlayamayız. Değişik telaffuzların nedenleri ise anatomik gırtlak yapısı, sentaks, fonolojik ve fonetik algılama yetersizliği ve dikkatsizliği olarak sıralanabilir.
Konuşulan bu bozuk Türkçe için bir alfabe uydurup bunu ayrı bir dil kategorisine sokabilir miyiz? Örneğin "Van'da kış mevsimi hakikaten çok soğuk olur" tümcesini yöresel ağızla söylendiği gibi "Vuan'da gış muevsımi hagkigaten cog sogik olir" veya buna fonetik bir alfabe uydurup "Wan'da kış mevsımi xaqiqaten çoq sogiq olir" diye yazabilir miyiz? İşte alın size ayrı dil, işte ayrı alfabe diyebilir miyiz? İşte bugün yapılmakta olan budur. Aşiretlerin konuştuğu bozuk Farsçaya bir alfabe uydurularak ayrı bir dilmiş gibi lanse edilmektedir.
Kürtçe batı Fars (İran) dilinin bir lehçesi, daha doğrusu şivesidir. Batı İran dili ne demek ? Batı Farsça. Yani Kürtlerin konuştukları dil Farsça’nın batı şivesidir, yani Batı Farsça'dır. Öyleyse, dilleri dönmediğinden, Farsça’yı doğru dürüst konuşamadıklarından bu dile Kürtçe denmesi mantıklı mıdır ?
Kürtçe, Zazaca, Sorani, Kurmanca, Zazaki vs gibi tanımlanan aşiret/kabile dilleri Afrika kabile dilleri gibi sözcük dağarcığı az, gelişmemiş dillerdir. Bilimsel, eğitsel ve düşünsel soyutlamaları gerektiği gibi ifade edemezler. Bu nedenle, bu dillere alt diller veya ikincil diller demek daha doğru olacaktır.
BABİL KULESİ VE ŞİBBOLET
Farklı dillerin, hatta telaffuzun ne kadar yaşamsal bir sorun olduğuna dair en eski öykülere Tevrat'ta rastlıyoruz. İlk öykü şöyle: Eski İsrail'de Efraim ve Gilat kentleri arasında savaş başlayınca bir çok Efraimli bölgeden kaçmaya çalışır. Gilatlılar yakaladıkları kaçakların Efraimli olup olmadığını anlamak için onları bir dil sınavından geçirir, çünkü Efraimliler "ş" harfini telaffuz edemiyorlardı. 42.000 kişi bu gerekçeyle öldürülür:
"Şeria Irmağı'nın geçitlerini tutan Gilatlılar, geçmek isteyen kaçaklara, Efraimli misin? diye sorarlardı. Adam, hayır derse, o zaman ona, şibbolet de bakalım, derlerdi. Adam sibbolet derdi. Çünkü şibbolet sözcüğünü doğru telaffuz edemezdi. . Bunun üzerine onu yakalayıp Şeria Irmağı'nın geçit veren yerlerinde öldürürlerdi. O gün Efraimli kırk iki bin kişi öldürüldü." (Holy Bible, New International Version,Zondervan Publishing House, 1986, Judges 12: 5-6; Kitabı Mukaddes, Tevrat, Hakimler, 12: 5-6, Türkçe Çev. H. Can)
İkinci öykü ise ünlü Babil Kulesi hakkında olup "dili bir ve sözü bir" ve "tek bir halk" olan insanların bir kent ve bir kule inşa etmek üzere biraraya toplandıkları, ancak, ilahi bir "dilsel açılım" sonucunda birbirleriyle anlaşamaz hale gelip nasıl bölünüp dağıldıkları anlatılır:
"Ve tüm dünyanın dili bir ve sözü birdi. İnsanlar doğuya doğru göç ederken Şinar bölgesinde bir ova buldular ve orada oturdular. Birbirlerine dediler, gelin tuğla yapıp iyice pişirelim. Taş yerine tuğla, harç olarak da zift kullandılar. Ve dediler, tüm yeryüzüne dağılmayalım, gelin kendimize bir kent ve göklere erişecek bir kule bina edelim ve kendimize bir nam yapalım. Fakat Rab insanların yapmakta olduğu kenti ve kuleyi görmek için aşağıya indi. Ve dedi: İşte tek halktırlar ve onların hepsinin dili birdir. Bunu yapmaya başladıklarına göre planladıklarını gerçekleştirmede hiçbir engel tanımayacaklar. Gelin, aşağı inip dillerini karıştıralım ki birbirlerini anlamasınlar. Böylece Rab insanları yeryüzüne oradan dağıttı ve kenti inşa etmeyi bıraktılar." (Holy Bible, New International Version,Zondervan Publishing House, 1986,Genesis 11: 1-8; Kitabı Mukaddes, Tevrat, Doğuş 11: 1-8, Türkçe Çev. H. Can)
"Rab" denilen tanrının "kuleyi görmek" için apar topar "aşağı inerek" insanların dillerini neden karıştırdığı ve onları birbiriyle anlaşamayacak bir konuma neden getirdiği etik ve teolojik açıdan tartışmaya açıktır. Çünkü dillerin ayrıştırılması insanların da ayrışmasına ve bölünmesine yol açmıştır. Yoksa Türkiye'nin de aynı tevratik yöntem ile bölünmeye, ayrıştırılmaya ve dağıtılmaya doğru sürüklenmesi mi planlanıyor?
Kuşkusuz, Türk üniversitelerinde etnik dillerin dilsel özellikleri, kökenleri akademik olarak incelenebilir, dilbilimsel araştırmalar ve çalışmalar yapılabilir. Ama, bu dillerde eğitim vermek, öğrenci yetiştirmek gibi bilim dışı sapkınlıklara zaten Anayasanın 42. maddesi engeldir.
Zira etnik dilde eğitim ve öğretim teröre ve bölücülüğe en büyük desteği vermek anlamına gelecektir. Bunun özgürlük, demokrasi ve insan hakları ile hiç bir ilgisi yoktur. Türkiye Yugoslavya veya Irak gibi bölünürse irili ufaklı kukla devlet sayısı artacak ve batılı güçler bölgede çok daha rahat at koşturabilecektir.
Açılım ve Saçılım
Kürt ve Ermeni açılımı süreci başladığından beri hükümetin yurt dışındaki patronlarından aldığı yönerge üzerine "inadım inat, adım kör Murat" bir tutumu naçar sürdürmeye kararlı olduğuna; "şeriatla yönetilmediği için bu küfür ülkesi yıkılmalıdır ve yıkılması için her yol mübahtır" darül harp söylemiyle hiç çekinmeden yolsuzluk ve hırsızlıklara göz yummaya devam edeceğine; " bu açılımları hele bir başlatalım, arkası gelirse gelir, velev ki gelmezse bir adım geri atar bekleriz, ortalık yatışınca iki adım daha yürürüz, sonra yine bekleriz..." taktikleriyle Türkiye'ye karşı sanki açıkça ilan edilmemiş bir psikolojik savaşın öncülüğünü yaptığına dair aydınlarda ve muhalefette ciddi kuşkular vardır.
Öyle ki, terör örgütünün savunduğu görüşler iktidar tarafından "Demokratik Açılım" veya "Milli Birlik Projesi" gibi sürekli değiştirilen tanımlarla kamufle edilerek kamuoyuna dayatılmakta, "anaların gözyaşları dinsin" sömürüsüne sığınılarak timsah gözyaşları dökülmekte, sözde barış ve demokratikleşme reçetesiyle topluma yılgınlık ve bezginlik zokası yutturulmakta, ulusal kimliğimizi kırmaya yönelik her tür söylem ve eylem hükümetçe silahsız olarak gerçekleştirilmektedir. Açılımların TBMM'de gizli oturumda görüşülmesinin talep edilmesi de bunların yurt dışından gelen direktifler olduğu yolundaki varsayımları güçlendirmektedir.
Bir çok deneyimli siyasetçi bugün Türkiye ile görülecek hesabı ve kuyruk acısı olanların mevcut hükümetin "ne yaparsanız yapın ama yeter ki dinime dokunmayın" sumen altı mesajını fırsat bilerek ulusumuza bedel ve diyet ödetmek için birbiri ardınca kuyruğa girdiklerine dikkat çekmektedir.
Bu süreçte, “Türk milleti” veya "Türk ulusu" kavramının "marjinal bir etnik kalıntı" gibi tanımlanması, "36 etnik grup, zenci-beyaz çağrışımları, Türkiyelilik, alt–üst kimlik" gibi hezeyanların da terörün ülkemizde yıllardır yaptığı tahribattan daha fazla bir tahribata yol açtığı yine muhalefet liderlerince dile getirilmiştir.
MGK BİLDİRİSİ
2009Ağustos ayında yayınlanan son MGK bildirisi "Kürt Açılımı"na destek verir bir içeriği yansıttığından iki muhalefet partisi buna bir hayli sert tepki göstermiş, CHP ve MHP başkanları 24 Ağustos 2009 günü canlı yayınlarla ulusa, hükümete ve orduya seslenmişler, önemli uyarılarda bulunmuşlardır. Orduyu da hedef alan bu uyarı ve eleştirilerden sonra Genelkurmay 25 Ağustos 2009da yayınladığı "Zafer Haftası" mesajında
"kültürel farklara saygılı olunduğu, ancak, kültürel farkların siyasallaştırılması, siyasal temsil aracı olması, siyasal kimlik haline getirilmesinin anayasal çerçevede mümkün görülemeyeceğine";
"demokrasinin sunduğu fırsat alanlarını kullananlar"ın terör eylemlerini hoşgörmelerinin kabul edilemeyeceğine;
"tartışma özgürlüğünün devletin varlığını riske sokacak, ülkeyi kutuplaşmaya, ayrışmaya, çatışma ortamına sürükleyecek konuları içermemesi" gerektiğine;
Anayasa'nın değiştirilmesi teklif bile edilemez "Türkiye devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçe'dir." ilkesine göndermede bulunarak "ulus-devlet ve üniter-devletin korunmasında taraf olduğunu ve taraf olmaya devam edeceğine" vurgu yapmıştır.
Bu önemli bir vurgudur, çünkü eğer TSK burada "taraf" ise, öyleyse "karşı taraf" kimdir? Eğer askeri açıdan bir karşı taraf varsa, o halde, her iki taraf arasında bir çatışma olasılığını da öngörmek gerekebilir. Bu belki de başlamış veya başlayacak bir savaş da olabilir.
Mesajın son bölümünde yapılan "itidal" çağrısını da hem kitlelerin tepkisini hem de TSK'deki olası bir iç kaynamayı yatıştırmaya yönelik bir tutum olarak yorumlayabiliriz. Ordu içinde mevcut gidişattan ciddi endişe duyanların olduğu söylememek herhalde safdillik olur.
UYARILARI TAKAN YOK
Kimse kendi kendini ve bu milleti kandırmasın. Yapılan tüm uyarı ve eleştirilere hükümet ve ayrılıkçı çevrelerin zerre kadar aldırdığı yoktur. Çünkü arkalarında ABD ve AB vardır. Türkiye'nin göz göre göre, "cin şişeden çıktı", "bu yoldan dönüş yok, bu devlet politikasıdır" gibi hezeyanlı söylemlerle gerçekten de çok tehlikeli ve dönüşü olmayan bir yola doğru hızla sürüklendiğini izlemekteyiz. Bugün ülkenin geldiği nokta terörle mücadelede başarılı olunamadığının açık bir göstergesidir. Teröre karşı başarılı olmak, terörist yok etmek veya elebaşılarını yakalamak değildir. Çünkü elebaşı yakalandıktan sonra da terör artarak sürmüş ve işte geldiğimiz noktaya bakın.
1915 Çanakkale zaferini kazanmış olan ülkemiz diğer tüm cephelerde yenildiği, daha doğrusu bir çok cephede ordularımız hiç savaşmadan teslim olduğu, için I. Dünya savaşından yenik çıkmıştır: Selanik'teki ordu tek bir mermi atmadan teslim olmuş (1911), Libya, Mısır ve Filistin'deki ordular İtalyanlara ve İngilizlere karşı başarısız olmuş (1914-18), Musul ve Kerkük'ü savunan birlikler ise Mondros ateşkesi ilan edilmesine rağmen -pozisyonlarını koruyacak yerde- padişahın emri ve İngiliz ordusunun tehdidi üzerine geri çekilmiştir (1918).
Ateşkesten hemen sonra Müttefik askerleri Çanakkale Boğazını boylu boyunca ele geçirmiş ve İngiliz, Fransız, İtalyan donanmaları Çanakkale'den güle oynaya geçerek başkent İstanbul'a gelmiştir. Bunu Çanakkale zaferini küçümsemek için söylemiyorum, gözlerimiz açılsın diye söylüyorum. Mustafa Kemal 1919da Samsuna doğru yola çıkarken müttefik donanması hala Boğazda idi ve İstanbul işgal altındaydı.
CHP ve MHP'nin günahları çok olmasına rağmen uyarıları genel hatlarıyla yerindedir. Fakat yeterli değildir. Ülke çapında ilerici kuruluşların desteğiyle mitingler düzenlenerek bu gidişat, ekonomik durum ve işsizlik seçimlere kadar sürekli protesto edilmelidir. Ancak, burada şu soruyu da sormak durumundayız: CHP ve MHP eğer iktidar olsalardı acaba durum bundan farklı olabilir miydi? Yoksa onların da bu yurt dışından dayatılan çözülme sürecine, şimdi muhalefetteyken direndikleri gibi, karşı koyamayacaklarını varsayabilir miyiz?
Kendi konumlarını korumak, kurtarmak, talan ve yağma düzeninin açığa çıkmasını engellemek için iktidar sahiplerinin gözlerini kırpmadan ve bir an için bile tereddüt etmeden - çünkü onlar için feda edemeyecekleri tek şey haksızlıkla kazanmış oldukları muazzam servetleridir- ülkeyi her türlü kaos ortamına, iç savaşa, komşu ülkelerle sıcak çatışmaya sürükleyebilecekleri olasılığı asla akıldan çıkarılmamalıdır. Çünkü, açlık, işsizlik ve ekonomik krizleri önlemenin klasik üç yolu vardır: Şu an yapıldığı gibi gündemi "Ergenekon" veya "Açılım" gibi konularla meşgul etmek, ikincisi faşist darbe, üçüncüsü savaştır.
Ortada hiçbir neden yok iken ABD'nin elindeki demode olmuş füze kalkan sistemlerini -demode olmasa bunları hiç ABD Türkiye'ye satar mı?- açlıktan nefesi kokan bu ülkenin satın almaya kalkışması kimlerin çıkarlarına hizmet ettiğimizin açık bir göstergesidir. Eğer Türkiye'ye İran veya başka bir yerden bir bir tehdit varsa o zaman sınırlardaki mayınlar niye sökülüyor? Eğer tehdit yoksa bu füze kalkanı sistemi neden alınıyor?