Hani sen vurulmuştun esmer tenli oğlanın yeşil gözlerine. Ve ilk defa birlikte yürürken Fatih’den Gülhane’ye, utangaç adımlarla, ellerinin ellerine uzanması isteği olduğu halde, diğer elinle engelleyerek uzanmak isteyen elini ve şuursuzca oynarken parmakların ellerinle, başını bile doğrultmaktan ürküp, adımlarını adımlarına uydururken, yürek çarpıntına dikkatin kesilmiş ve aşkın kor ateşinin içinde alevlendiğini hissetmiştin. En uzun yürüyüşünü aheste adımlarla gerçekleştirdiğin halde, çok kısa sürmüştü. Ve ilk defa eyleme geçiyordu aşk. İlk defa yüreğin sesi gözlerden bağırıyordu yanı başındakine. Bu denli yakın olmamıştı ten, bu kadar sıcak hissedilmemişti. İlk şarkınızın arayışına daha önce gidilmemişti. Seçilemiyordu bilinen ve o günlerde popüler olan ezgiler arasından. Ya yeşil gözlerle tamamlanmamıştı, ya da senin başak savrusu sarı saçlarından esinti yoktu. İlk defa durdurmak isterken zamanı, ta orada, o noktada, o ayak bastığın kaldırım taşının üstünde, ilk defa bir çift göze bakıp yağmurun yeşiline dokunmak isterken usulca, ilk defa güneş yanığı bir tenin teriyle ıslanmak isterken hoyratça, tüm seslerden uzak, tüm yaşanmışlıklardan soyutlu, ben’e bir ben daha katıp biz olmak istemiştin onunla. İlk defa bir ömür kendi dünyandaki eksikliği giderecek insanı bulduğuna inanmıştın. İlk defa ilklerini sağanak yağmur gibi çokça ve bir kerede başından aşağı döküldüğü duygusuna kapılmıştın. İlk defa esmer bir tende keşfetmiştin işporta malı bir parfümün seni ne denli etkileyebildiğini. Bir simidin tadını bu kadar lezzetli bulmamıştın daha önce, yalnızken ya da başkalarıyla paylaşırken. Ve ilk defa kaderinin harika bir yanı olduğu hissine kapılmıştın…
Gülhane’ye ulaştığınızda, oradaki asırlık ağaçların sizinki gibi nice aşklara tanıklık ettiklerini geçirdin içinden. Şimdi size tanık oluyorlardı heybetli ve sessiz. Gerek o ağaçların ve gerekse parktaki öteki bitkilerin yapraklarındaki yeşilin tonlarının çokluğu şaşırtmıştı seni. Daha önce fark edememiştin nedense. Ve o tonları, yanı başındakinin gözleriyle kıyaslamaya başladın. Hiçbiri uymuyordu. Bu gözlerin yeşili nadir bir tondu. Belki de bundan sebep seni bu kadar etkilemişti.
Bir bank aradı gözleriniz. Kuytularda olsun istiyordunuz. Erken bir saat olduğu için o bankı bulmanız zor olmadı. Sedir ağaçlarının gölgesine kurulu o banka otururken, aranıza mesafe koyma zorunluluğu varmış gibi uzak oturdunuz birbirinizden. Ne konuşacağınızı kararlaştırmada ikinizde zorlanıyordunuz. Aslında konu önemli değildi. O an dudaklardan dökülen her kelime şiir gibi geliyordu. Önemli olan bir arada oluşunuz ve sonrasında sizi tekrar bir araya getirecek bağın kurulmasıydı.
Güneş, batıya doğru kaymaya başlayınca, gölgeler sizden uzaklaşmaya başlamıştı. Zaten rahatsız olmaya başladığınız o banktan kurtulup, bu kez çimlere oturmaya karar vermiştiniz. Birbirinize dokunma isteğinizi, üzerinize düşen yaprak kırıntılarını ve böcekleri kovarak göstermeye çalışıyordunuz. Yine de hiçbiriniz cesaret edip ötesine gidemediniz. Oğlan, sıcaktan dolayı gömleğinin bir düğmesini açınca, boynundaki bene dikkat kesildin ve gözlerini orada unuttuğun için bir an utanmıştın. Ve bir erkeğin boynundan heyecan duyabileceğini daha önce sen bile düşünememiştin.
Öylesine unutmuştun ki kendini, yalnızlığını, her şeyi, gün bitmesin istiyordun. Ondan ayrılmak, ayrı yollara savrulmak, ayrı mekanlara doğru yürümek… Düşüncesi bile hoş değildi. Buna rağmen gün yerini yavaş yavaş alaca karanlığa bırakmaya başlamıştı. Kalkmanız gerekiyordu. Bitmesini istemediğin birarada oluş yerini yalnızlık ürpertisine bırakacağını haber veriyordu. Kalktınız ve gerisin geri yürümeye başladınız yeniden.
Bir günü bir simitle devirmiş, yemek içmek aklınızdan bile geçmemişti. Bu denli unutturmuştunuz kendinizi birbirinize. Biraz daha rahattın, biraz daha özgür seçiyordun kelimelerini. Sözcüklerini gülümseyerek sunuyordun şimdi. Ve onun gülümserken yeşil gözlerinde oluşan pırıltıyı daha çok sevmeye başlamıştın. Bu nedenle gözlerine daha çok bakma ihtiyacı duyuyordun.
Bu günün, bu anın bitmesini istemediğin halde, evinin bulunduğu sokağa gelince, içinde oluşan burukluktan ürktün. Yine yalnız kalacak, yine ertesi sabah “fabrika kızı” olacaktın. Yine keşmekeş bir hayatın merdanesine kapılacaktın. Gitmesini istemiyordun. Utanıyordun ve en çok bu halinde pembelerin yanaklarına ne kadar yakıştığını sen bile bilmiyordun. Ve bu halinle. Şolohov’un romanlarındaki bakire Kazak kızlarının utangaçlığına bürünüyordun. Kararını verdin ve derin bir nefes alarak kırık bir ses tonuyla davet ettin onu; evine, gecene, dünyana… Mahremine buyur ettin. Sabah olmasın istedin bu kez. Dahasını istemiştin, çünkü dahasını istemişti yüreğin, tenin, ellerin… Sevmek dokunmaksa eğer, dokunmak isteyip de dokunamamaktır aşk. Ve sen yüreğinde oluşan kor ateşi söndürmeye, kireçli duvarları olan odanda terinin ilaç olduğunun türküsünü dinletmeye karar vermiştin. Madem ki durdurulamıyordu zaman, duygularının coşkun ırmağında akıp gitmesini sağlayacaktın. Bir ilki daha yaşayacak ve ilk defa aşkı tende öldürecektin…
Ve günün ilk ışıkları umarsızca sokulurken odana, mutlulukla aralanan gözkapaklarının ardına saklanmış buğulu ela gözlerinin onu göremeyişi kireç duvarlı evinin matem sessizliğine bürünmesi, ve odada ona ait tek şeyin küllükteki söndürülmüş izmaritin olması, bir “fabrika kızı” olduğun gerçekliğinin balyoz gibi başına inmesini sağladı… Hadi kalk, mavi otobüse yetişmen gerek!..
Yeşil ve Mavi
Madem ki durdurulamıyordu zaman, duygularının coşkun ırmağında akıp gitmesini sağlayacaktın. Bir ilki daha yaşayacak ve ilk defa aşkı tende öldürecektin…