Kendi ayaklarımızın üzerinde durmayı öğrendiğimiz o ilk günlerde neler hissettiğimizi hatırlamayız da, tırmandığımız koltuktan daha doğrulmadan nasıl düştüğümüz, sandalyeyi geriye atıp toparlanamadan tepetaklak oluşlarımız hep hatırlardadır. Aynı ilk yediğimiz yemeğin tadını hatırlamayıp, içtiğimiz çorbanın –hele ki sıcaksa- içimizi yaka yaka boğazımızdan nasıl geçtiğini hiç unutmadığımız gibi.
“Aşk” da böyle bir şey sanki. Ya can yakıyor unutturacak kadar, ya da unutturuyor can yakacak kadar…
Kırık, yıkık dökük bir "ben" kalınca ortada sessizliğe bürünüyoruz, iç seslerimize inat. Sustukça kanıyor, sustukça yanıyor, sustukça bitiyoruz aslında… Unutmak için çabaladıkça aslında hatırlamak için kendimizi zorluyoruz. Bırakmıyoruz bir türlü gidenin yakasını, aslında ondan değil kendimizden kurtaramıyoruz yakamızı belki de. Kızgınlığımız, öfkemiz hatta kırgınlıklarımız bile aslında gidene değil de kendimize oluyor. Bize aitsizliğine inat, ona aitliğimizi sürdürüp yaralarımızı kendi ellerimizle deşiyoruz.
Her geri adımda daha da yara alırken, dönüş yolunu bulamıyoruz. Gel-git'lere daha fazla dayanamayıp kendimizi yollara vurduğumuzda da, geldiğimiz yerde bırakamadığımız duyguların esiri olup kahroluyoruz. Başka başka şehirlerde aldığımız nefes zehir olup bedeni sardıkça, kaçmanın da pişmanlığını yaşıyoruz. Unutmak için değil aslında, unutmamak için çaba harcıyoruz, zamana direniyoruz…
Dilek ŞENGEL
2008~
*Emre KALCI