Koca bir tuval vardı koltuğunun altında, hatta belki biraz zor taşıdığın.. Güçlükle yanıma getirdin, ucundan tuttum, özenle yere koyduk. Çocukça bir hevesle.. Sonra koşa koşa gittin, dudaklarında koca bir tebessümle elinde koca bir poşetle geri geliverdin. İçindekileri çıkarırken gözlerindeki heyacanı, neşeyi ve ümidi görmemek neredeyse imkansızdı. Şaşkınlık içinde seyrettim seni... “bu da nereden çıktı” dediğimi kimse duymadı... Ne yapacağını anlamıştım anlamasına da sana nasıl ayak uyduracağımı bilemiyordum... içimdeki heyacanı dışarı çıkarsam korkar kaçarsın diye, nüfus cüzdanı yaşımın gerektirdiği gibi davransam için daralır, sıkılırsın diye endişe ettim... Sonunda elindeki poşetin içindekileri boşaltmana yardımcı olmaya karar verdim.. boyalar... rengarenk... koca tuvali biz mi boyayacaktık... gücümüz, enerjimiz yetecek miydi.... endişelerimi, yaşımın olması gereken olgunluğun tamamını bırakıp bir kenara; seni gördükçe, duydukça yüzümde beliren tebessümün tadını çıkarmaya karar verip bıdır bıdır bir heyacanla uzattığın eli tutuverdim. Öyle sıkı tuttun ki ellerimi ve öyle bir sıcaklık yaydın ki; tuvalin asla dolmayacağını, boyaların asla bitmeyeceğini düşünmeye basladım...
Uyku tutmayan gözlerim, beynim, ruhum ve bedenim seninle dinleniyordu. Uzun zamandır kafam hiç bir yastıkta bunca rahat etmemişti.
Bir zaman huzurlu renk uyumundan bahsemedim kimseye.. Daha doğrusu koca bir tuvalin üzerinde ellerimiz, yüzümüz boya içinde renklerin arasına karıştığımızı anlatamadım... Nazara inanmazsın sen... ama ben korktum nazar değmesinden...
Gerçek olduğuna, poşetin içinden çıkarıp bana uzattığın renklerin var olduğuna inandım.. O renkleri her gece, çocukluğumda kırmızı rugan pabuçlarımla yatar gibi koynuma alıp uyudum ben... Ve biliyor musun bu deli çocuk yürek uzun zaman bu renkleri, bu kucak dolusu renkli uykuları kimselere dillendiremedi...
Arada yaramaz erkek çocukları gibi astın suratını.. Koyu renkli boyları sıkıştırmaya başladın küçük ellerimin arasına... O zamanlar korku, panik içinde boyaları ellerimden fırlatmaya, telaşla ağız dolusu kelime savurmaya başladım etrafa... Daha yeni başlamıştık renklerin tamamını görmeye.. o koyu renkleri yakıştıramadım tuvalimizin üzerine.. ufak ufak karaltılar yapsakta diğeri elinde koşa koşa gelmişti canlı bir renkle...
Arada şımarık kız çocukları gibi küstüm sana.. ellerim belimde çok bilmiş edalar içinde renkli boyaları fırlattım sağa sola... “en iyi ben savururum” diye bağıra bağıra bir de... Bazen ağacın tepesine çıkıp kırmızı rugan pabuçlarımı kafana fırlattım... Acısa da kafan, koca tebessümünle indirdin ağaçtan beni...
Poşetteki boyalar hangi arada bitti, o koca tuvalin köşesini hangi arada kapkara yaptık tam olarak anlayamadan, bir baktım uzaklardan biri el sallıyor bana... Çoook uzaklardan duyulur duyulmaz bir ses “boya kalmamış” diyor gibi...
Şimdi tuvalin başında kırmızı rugan pabuçlu bir kız var... Elleri, yüzü-gözü hala boya içinde.. Şaşkın, gözleri yaşlı... Bir ayakkabılarına, bir önünde özenle yerleştirilmiş hangi ara karalara büründüğünü bilemediği tuvale bakıyor...