Öyle görünüyor ki; özgür ve amaçlı üretici olarak kabul edilen insanın en büyük başarısı(zlığı) kendisi de dâhil olmak üzere doğayı araçsallaştırmasıdır. O, doğayı ve doğasını (kendine yabancılaşarak) nesneleştirme yoluyla dönüştürendir. Ve her şey bu önkabulle başlar; insan her şeyden önce kendine araçtır. Tuhaf bir biçimde yaşamını sürdürmek için tüm doğayı ve dolayısıyla kendini kullanır; ama akılcı ve bilimsel yöntemlerle. Öyleyse nedir bilimsellik, nasıl oluşur, neyle ölçülür? Şöyle söylemek yanlış olmaz sanırım: Bilimselliğin kendisi bir ölçüttür; hem ölçmeyi şart koşar hem de ölçeği belirler. Onun bu egemen yapısı kimseyi rahatsız etmez çünkü gerek kullandığı yöntemler, gerek hizmet ettiği amaç kutsanmıştır. O, tümdengelir ve tümün iyiliğine hizmet eder; savaş sanayinde ya da vahşi kapitalizmin dev tröstlerinde insan neslini kıyıcı ve bağımlılaştırıcı araçların üretiminde kullanılıyor olması, onu yanlışlayamaz. Bilimsel yöntem kendinde iyidir, onu kötü amaçlarına alet edenler kötülerdir. Bu çok ilginç değil mi; bilimsel akıl için metafiziksel bir önkabule ihtiyaç duymak?
Bir olgu olarak içinde yaşadığımız dünya, bilinciyle kendini vareden insana ait bir dünya değil, tıpkı hayvanların içgüdüleriyle sürdürdükleri yaşamlarının bağlı olduğu sistemlerdeki gibi zorunluluklar dizgesinden ibaret, dayatma bir dünyadır. Yaşamın (doğanın) varoluş dayatması... Bu bağlamda insan, gereksinimlerini bilme ve bunları en optimal yollarla giderme eylemliliğini ya da zorunluluklarının bilincine varmayı hedeflemekle kendini gerçekleştiren olmaz. Ancak, bununla yaptığı, yaşamını sürdürebilme donanımlarının türsel karakteristiğini ortaya koymaktır. Bu az şey değildir elbette. Ne yaptığını, neden yaptığını, en iyi nasıl yapabileceğini biliyor-bilmeye çalışıyor olmak, onu, diğerlerinden ayırır, üstün kılar ama sadece şu anlamda: türsel özellikler. O özellikler ki -adını bilinç koyduğumuz- özgürlüğün esaretinden başka bir gelecek vaat etmez insana. Olanın peşine takılmış olmakla birlikte, zorunluluklarının farkındadır ve özgürlük için çırpınır; çırpındıkça derinliğine batar olanın, olagelen olur. Hep başa döner özgürlük; kendine esirdir.
Oysa insanın, doğal bir tür olmaktan kendini vareden olmaya geçmediği sürece, bilinci, henüz varolanın farkındalığı boyutundan, varolan boyutuna geçemez. Varolan boyutunda bilinç, bugün kullandığımız anlamıyla değil, kendini gerçekleştirmekle varolur ki; kendini bilmeye gerek duymaz. Esaret ve özgürlük bağlamlarını yitirir.
Ben özgürlüğümü değil, kendimi gerçekleştirmek istiyorum.
İlk hedef, bilinçli olmak değil, olmaktır.
Her sistem kendi kurallarıyla yönetilen bir oyun gibi algılanır anlığımızda. Onu düşüncelerimize anlaşılır, bilinir kılan, bu algılayıştır. Aynı zamanda hafızayı işler kılan, bağlamı yaratan, kavramayı kolaylaştıran budur. Oyunu oynadıkça anlar, anladıkça bağlam yaratır ve o bağlamda varoluruz. Zamanla oyunun kuralları, oyuna katılan yeni araçlarla birlikte değişen bağlama uygun olarak değişse de, oyun oyun olmayı ve kurallarla sınırlı olmayı sürdürür. Bu değişmez. En başa dönerek hatırlatmak istiyorum: Şu an bir senaryonun doğaçlama oyuncuları ve seyircileri olarak, türsel donanımlarımızın karakteristiği olan gerçeklik algımızın simülasyonlarıyla yer değiştirdiği bir dünyada, zihnimizin oyunlarında yaşıyoruz bir anlamda. Zaten oyunlaştırmalarla kurduğumuz dünyamız, oyunlarımızın oyunları tarafından maniple edilen, bizden uzaklaşmış; bu sebeple yaşadıklarımızın bize aitliğini hissedemediğimiz ama içinde kaybolduğumuz bir oyun alanına dönmüştür sanki. Bir pazaryerinde patlayan bombayla, 150 kişinin aynı anda öldüğü haberini aldığımız televizyonlarımızda seyrettiğimiz, bize ulaşana kadar gerçekliğini kaybetmiş bir görüntü, oyunun kendinde bir oyundur; bizim gerçekliğimiz değil. Sokakta miyavlayan yavru kedi vicdanımıza hiç olmazsa bir tas süte mâlolabilir ama binlerce insanın ölümü, üzerinde konuştuğumuz, tartıştığımız bir konu olur genel anlamıyla. Bir film kritik edilir sanki.
Bu kadar vicdansız mıyız biz? Elbette ki hayır... Sadece bir oyun oynuyoruz ve oyunun bu aşamasında oyun, kendini oyunlaştırarak, üzerindeki hareket alanımızın sınırlarını belirler konuma geçiyor. Oyun bize oyun oynuyor. Bunu biliyoruz, bilincimiz tüm bu olup bitenin ayrımına varabiliyor ama o, tam da bilinçli olmanın doğası gereği bunun ötesine geçemiyor. Çünkü bilinçli olmak, olanı anlamak, farkında olmaktır. Kabullenmekten ya da oyuna gelmenin kızgınlığıyla kendine ve çevresine zarar vermekten başka ne geliyor elden? Bu da bizi oyunun oyununa düşürüyor tekrar. İşte burada bilinçli eylem doktrini çıkıyor karşımıza. Bilinçli olmak yetmiyor, bilinçli eylemlilik içinde olabilmek gerekiyor.
Öncelikle bilinçli eylem bize neyi çağrıştırıyor, buna bir bakalım: Şayet bilinç; insanın içinde varlık bulduğu dünyaya ilişkin farkındalığıysa yani deneyimlerle kazandığı bilme yetisiyse, bilinçli eylemin, olagelenin dışında bir eylemlilik hali olması pek mümkün görünmüyor. Elbette, bilinçli eyleme bir töz atfetmeyeceksek. Fakat o zaman bu bizi yine metafiziksel bir bağlama götürmüş olmayacak mı? Kesinlikle... Öyleyse bir sorunumuz var. Metafizik.
Nilüfer Aydur
(Devam edecek)