Öncelikle, düşüncelerimi ifade ederken kullandığım bazı kavramlara yüklediğim özel anlamları açıklamakla yükümlüyüm. Bunların en önemlisi ve hemen açıklığa kavuşturulması gerekeni, çağ kavramıdır. Sözlük tanımıyla çağ, kendine özgü özellikleri olan bir zaman dilimidir. Bu zaman dilimi, insanın hayatı üzerinde geçirdiği evrelerden tutun, tarihsel olarak sıralanmış zaman dilimlerine kadar; 10-20 yıllık bir süreçten, yüzyılları-binyılları kapsayan bir sürece kadar geniş bir yelpazeyi ifade edebilmektedir. Daha fazla araştırdığımızda, örneğin Tibet felsefesinde, çağı, yüz binlerce yılı kapsayan bir zaman dilimine tekabül ederken görebiliriz. Bu, şu demektir. Çağ, anlatmaya yöneldiğimiz zaman diliminin, kendine özel koşullara sahip olduğuna dair yapmak istediğimiz vurguya karşılık gelen bir kavramdır. Çağ, sadece bir zaman dilimi değil, özel, yeni, farklı; içinde kendi özelliklerine uyumlu ve onları pekiştiren sayısız döngüleri barındıran ama sınırlı bir süreçtir. Benim vurgu yapmak istediğim zaman dilimi bağlamındaki çağ ise, insanın yeryüzündeki serüvenini, içinde bulunarak sürdürmek zorunda olduğu sistemlerin, her birinin, hüküm sürdüğü çok kapsamlı ve zamanca uzun dönemleri ifade eder. Girişte, her bir ölçekteki zaman dilimini alışılageldik biçimiyle çağ ortak adıyla anmama rağmen, bundan sonra çağı, bu geniş kapsamlı zaman dilimi için kullanacağım. Sisteme ait alt-iç çağları ise devir, dönem ve bazen uygun düştüğünde çığır olarak anacağım.
Çağımız, ana özelliğinin, çağın iç dönemlerinden birinde kendini en belirgin kıldığı döneme atfedilmesiyle isim sahibi olmuş, KÖLELİK ÇAĞIdır. Bu çağı ayakta tutan sistemin ruhu ise, köledir.
Düşünün ki; duvarındaki tuğlalardan biri olarak bulunduğunuz bina, hapishane olarak kullanılmaktadır. Siz, bir tuğladan ibaret varlığınızla hapishane değilsinizdir kuşkusuz ama oluşumundan ayrılamadığınız binanın bütünlüğündeki işlevinizle, o ruha, hapishanenin ruhuna aitsinizdir. Kölelik çağında sistem, insanın, toplumun hangi katmanından olursa olsun, ruhu köleliği içselleştirmiş birer sistem parçası olarak varlık bulmasını şart koşar. Aksi halde sisteme dâhil olunamaz ve bu bir seçenek değildir çünkü sisteme dâhil olmayan yaşamını sürdüremez. Tek başına bir ormanda Tarzan ya da Ceyn olunabilir ve sistemin dışında başka türlü bir yaşayıp-ölmek seçilebilir. Ama Tarzan ve Ceyn ikilisi olarak (yani kendilerinde taşıdıkları isim ve kavramlarıyla birlikte) nerede yaşarlarsa yaşasınlar, sistemin içinde kalırlar. Burada şunu söylemek istiyorum. Kölelik çağı ve onun hayat bulduğu sistem, sanıldığından çok daha eski ve köklüdür. Bu basit bir, düzenlendiğinde, insanlığı ideal birlikte yaşam biçimine kavuşturacak üretim ilişkileri ya da üretim araçlarıyla yabancılaşma problematiği değildir. Bu, tıpkı doğal dillerin oluşum sürecinde olduğu gibi, insanın donanımlarıyla, onların yapabilirliği arasındaki bölünmenin, bir sistem içinde biçim alırken, kendiliğinden oluşan birimler tarafından yönetilmeye başlaması koşulunun sorunudur. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz sistem, evrim sürecimizin -her ne kadar zorunlu değilse de- doğal bir sonucudur. Zorunlu olmama sebebi, sürecin tamamıyla tarihsel yasalar zinciriyle değil, kimi kez keyfiyetin yöntemsizliğiyle biçimlenmiş olmasındandır. Şayet evrimin bir noktasında 25 yaşına gelene kadar sağ elimizi, daha sonra sol elimizi kullanarak yaptığımız yaşamsal öneme haiz bir tutum geliştirmiş olsaydık, örneğin ellerimizi bu sırayla, gün ışında gözüne siper olarak kullanan bir canlı türü olsaydık; geliştirdiğimiz üretim biçimi ve ilişkilerimiz de farklı olacaktı. Hele renkli gözlü insanların diğerlerinden farklı olarak, iki elini de aynı işte kullanma zorunluluğu olsaydı, şu anda içinde bulunacağımız sistemin bugünkünden çok farklı olacağını tahmin etmek hiç de zor olmaz. Biz, evrim sürecimizin vardığı noktada, yaşamımızı sürdürülebilir kılan bir sistemin içindeyiz. Hayatta kalmak için, evrim sürecinde geliştirdiğimiz bedensel donanımlarımızın ataklarını, yapabilirliğe yönelttik ve kendimizde gelişim yerine, alette gelişime, teknolojiye yönlendirdik. Şimdi bu aşamada, evrim sürecinde gelişimimizin en önemli ataklarının yaşandığı beyinlerimizi, bu aletlerle özdeşleştirmeye çalışıyor, kendimizi araçlaştırıyoruz. Ve elbette araçlar kullanım içindir.
Kuşkusuz bu söylediklerim itirazlara sebep olacaktır. İnsanın varoluş dizgesinin, köleliğinin ve kurtulmak için çırpındığı haksızlıklarla dolu düzenin mimarı olduğunu ilan etmekle; onun, sanki bunu kabul etmesinin, var olanı olduğu gibi kabul etmesiyle aynı anlama geldiği sanılacaktır. Oysa bu ne mümkündür, ne de doğru. Çünkü insan bu kabullenişi dile getirmeksizin çoktan ortaya koymuş ve gereği olarak da kendi katline hükmetmiştir. Postmodernizm, lokal topluluklardan küresel biraradalığa ulaşan insan ailelerinin, toplu intiharıdır. Bu, giriş cümlelerinde işaret edilen senaryonun, kişisel sahneleri ve oyuncuları haline gelmemizdeki en büyük etkendir aynı zamanda. Öyle farkında, öyle utanmış ve düşünce pratiğinde öyle bir noktaya ulaşmışız ki; kendimizin karşısına, kendimiz olamayan kendimizin dublörüyle çıkıyoruz. Kendimizi, kendi olmayan kendimizin dublörü aracılığıyla, anlamını anlamsızlıktan alan, anlamsızlığın anlamıyla öldürüyoruz. Ve sistem bu ölüme alkışlarla tempo tutuyor. Çünkü çağ içi döngünün bu döneminde sistem kendini, kendimiz olmayan kendimizin, dublörleriyle yaşamlarını sürdürebileceği bir yeniden biçimlenişe uyarlıyor. Köleliği daha derine, insanın araçla bütünleştiği özdeşliğe yerleştiriyor. Sistemini otomata bağlıyor ve insan mekanikleşiyor. Artık köle olduğunu fark edebilecek, daha doğrusu bir sistem içinde varolduğunu bilecek düşünce ölüyor. Çünkü düşünce, geçmişte olduğu gibi sistem tarafından şekillenen olmaktan çıkıp, sistemin kendisine dönüşüyor.
(Devam edecek)
Nilüfer Aydur