Şiirde ve Şairde Kendilik Sorunsalı

Şiir üzerine düşünen her şair; şiirde dil, biçim-biçem, anlam-anlamsızlık, gerçek, dize, ahenk, yapı vb. üzerine sürekli kafa yormuştur. Bunlardan “şiir ve kendilik” ve “şair ve kendilik” konularıyla ilişkilendirilebilecek olanlarından bazılarına değinmekle yetinilecektir.

yazı resim

Şiir, edebî anlatım biçimlerinin en eskisidir ve gerek ham maddesini (dil), gerekse konusunu doğrudan insandan alır. Bu özelliğiyle duygu, düşünce ve hayallerin yoğun ve etkili bir biçimde dile getirilme ihtiyacından doğduğu söylenebilir. İnsanoğlu, uzun uzun anlatma ve dinleme ihtiyacını ise, diğer en eski tür olan destanla karşılamıştır.
Bu kadar uzun geçmişi içinde şiir anlayışı “çağdan çağa, ulustan ulusa, insandan insana” değişmiş; ancak, okunduğunda / dinlendiğinde “İşte bu şiir” dedirten özü hep aynı kalmıştır. Şiirin bugüne kadar üzerinde anlaşılabilmiş bir tanımı bulunmamaktadır. O halde, şiirin tanımlanamaz bir tür oluşu onun tözünden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle, şiir ekolleri ya da anlayışları şiirin bir tanımından çok ne olup ne olmadığı konusunda uzlaşan sanatçılarca paylaşılmıştır. Ancak, şiire sanat içi yaklaşan her şair ya da okur, onun “değişen durumlar ve niteliklere karşı kalıcı olan, bir başka şeyle veya bir başka şeyde değil, kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan; öznede değil, kendinde, bağımsızca kendi içinde var olan” cevherini / tözünü yakalamaya ya da anlamaya çalışmışlardır.
Türkçe Sözlük (TDK)’te “kök, asıl, cevher” anlamlarına gelen “töz” sözcüğünün felsefedeki karşılığı olarak da; “değişenlerin özünde değişmeden kaldığı varsayılan idealist kavram, cevher” açıklamasına yer verilmektedir.
“Tüm edebiyat türlerinin sustuğu yerde şiir başlar” görüşü, şiirin yalnız şairle değil, diğer türlerle de olan kendilik sorunsalını da ifade eder. Valery, “Gerçek şiirin, asıl sanat eserinin kendi varlığından başka bir amacı yoktur. Kendisinde başlar, kendisinde biter. Bütün soyluluğu da buradan gelir” sözleri, öz-şiirci anlayışın bu sorunsal karşısındaki tutumunu ortaya koymaktadır.
Şiir üzerine düşünen her şair; şiirde dil, biçim-biçem, anlam-anlamsızlık, gerçek, dize, ahenk, yapı vb. üzerine sürekli kafa yormuştur. Bunlardan “şiir ve kendilik” ve “şair ve kendilik” konularıyla ilişkilendirilebilecek olanlarından bazılarına değinmekle yetineceğiz.
Yahya Kemal, şiirin maddesine âdeta dokunan, onu hisseden bir şairdir. Şiir, şair ve okur üçlüsünün müşterek bir duygu potasında buluşmalarıyla gerçek şiire ulaşılabileceğini düşünür: “Şiir duygusunu dil haline getirinceye kadar yoğurmak, onu çok toplu bir madde haline sokmak, o kadar ki, dize güya duygunun ta kendisi imiş gibi okuyucuda içten bir sanı uyandırmak, işte bunu özlüyorum.” (Yedigün, 1935, Sayı: 122)
Cahit Sıtkı Tarancı, Mallarme’nin “Şiir, sözcükler dinidir” sözünden yola çıkarak şiirin bir hüner ve marifet işi olduğunu savunur. “Ata binmek, ok atmak, elbise dikmek, kundura yapmak hatta boyamak ne ise, şiir de odur; yani ustalık ve uzmanlık işi.” Ona göre; “Şiir, sözcüklerle güzel biçimler kurmak sanatıdır, başka bir şey değildir. Ama sözcük nedir? Bir anlamı, bir çağrışımı, bir gölgesi, hatta bir rengi ve tadı olan nesnedir. Sözcük insanoğlundan haber verir. Sözcük boş bir kalıp değil ki. Ozanın duyguları, düşünceleri, hayalleri, dünya görüşü, felsefesi, kişiliği, her şeyi şiirde belli olur.”
İsmet Özel’ e göre; şiir şair işidir. Şiirde neyin fazla, neyin eksik olduğunu sormak abestir. “Ne dağda bir şey fazla, ne vadide bir şey eksiktir. Bizi besleyen şiirdeki fazlalık, şiirdeki eksikliktir. Ama şairde neyin fazla neyin eksik olduğunu sormamız gerek. Çünkü yıllardır Türkiye’de şiirin yazılan bir metin olduğu kabulü, şiirin şair işi olduğunun anlaşılmayışı şiirden elde edeceğimiz besini berbat ediyor.” (Şiir Okuma Kılavuzu, 2000)
Özel’in “Şiir şair işidir” sözünden yola çıkarak, şair ve kendilik konusunu Mahmut Temizyürek’in “Azaplıktan Şiir ile Kurtulan” başlıklı yazısından bir parçayla örneklendirebiliriz. Temizyürek, yazısında “Necatigil’in kendilik duygusu nasıldır? Ya da kendilik duygusunu şiirde nasıl yaşantılar?” sorusunu şöyle yanıtlıyor:
“Nasıl yaşadığımızı fark ettiğimiz ölçüde yaşamanın şiirini yazıyoruz” diyen Necatigil, kendiliğini bir Zebra oluş durumuna benzetir. “Zebra!/ Bir sirkten ötekine gez/ Dirilirim,-- diriniz.” Dirimi de yaşamı da bu kendilik içinde görür. Nilüfer şiiri, kendilik algısının yitikliğini de ima eden bir özelliktedir (“Beni bana gösterecek aynamdı, almışlar”). İradeyle seçmediği, içine doğduğu yabancılığa rıza göstererek, kabullenerek yaşamaktır bu; yabancılığını, zebra oluşunu unutmadan, unutamadan... Bütünlük duygusunu korumanın yolu olarak bulunmuştur hapisane. Varolan gerçeğin içinde kalakalmışlıktır hapisanesi. Buradan çıkamayışın aczini ve yabancılığını duyumsamak; bu duyuşu yazmaktır tüm eylemi... “Yaşamak, bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır” diyen Ortega y Gasset gibi düşünür Necatigil. O halde: “Birey, kendisini çeviren, kendisini belirli bir yaşamaya bağlayan, mecbur ve mahkûm eden olay, ilişki ve eşyalarla var olabildiğine göre, önce kendi şartlarını, kendi hallerini delil getirir, getirmelidir” der. Tıpkı Kafka’nın ruhsal bir hapisane, bir kayıp yeri olan Şato’ya, bir belirsiz Dava’ya, böcekleşen kendi bedenine hapsoluşunu dile getirmesi; Rilke’nin parmaklıklar arasındaki Panter’le özdeşliği... Kafka, yalnızlığını kaderleştirmişti. Rilke’ye göre, herkesin üstüne yağan yağmurdu yalnızlık. Necatigil, gece baskınının azabı diye nitelemişti yalnızlığı. Necatigil için, Tanpınar şöyle diyordu: “Şiirinin karakteristiğini yapan tam bir şekil ve dil inkârı içinde insanın tek kaderi gibi gördüğü ve sessizce razı olduğu bir yalnızlık hissini anlatır.” (Yasakmeyve, Mayıs-Haziran 2005, Sayı: 14)
Necip Fazıl Kısakürek, poetikası olan bir şairdir. “Çile” adlı eserinin sonuna eklediği “Poetika” bölümünde şiir an¬layışını çeşitli başlıklar altında insicamlı bir şekilde dile getirmiştir. O, şiirde başlıca iki unsurun “his ve fikir” olduğunu, duygu ve düşüncenin birleşmesinden şiirin doğduğunu; ancak, bu birleşmede düşüncenin daha fazla değişikliğe uğradığını düşünür. Düşünce duygulaşmaya, duygular düşünceleşmeye başlarken bu gelgitler arasında şiir oluşmaktadır. Fikir pancardaki şeker gibi görünmeyecek, yani histe yok olacaktır. Kısacası şiirde temel unsur, duygulanmalara bürünen gizli fikirdir.
Necip Fazıl’a göre; şiir mutlak hakikati aramaktır. Eşya ve olayların, tüm mantık ya-saklarına rağmen en mahrem, mahcup yerlerinden tutarak mutlak haki¬kati aramaktadır. Şiir, bu hakikati aramakta en zor, ama en kestirme olan bir keçi yoludur. Şiiri söyleyen, kılavuzdur. Şiir, yakından geçenler, kıla¬vuzlardır. Şiir bir noktaya varmak değildir… Mutlak hakikati arayan bilimle, şiirin usulünü ayırt etmek gerekir. Bilim, mutlak hakikati polis gibi arar. Hakikati akıl yoluyla, sebeplendirerek, adımları birbirine bağlayarak, alet olarak fikri kullanarak arar. Şiir de fikri kullanır ama ona ırgatlık vermez. Fikri, zaman ve mekân ölçülerinin ötesine iter. Hakikati, hırsız gibi, hiçbir şeyi açıkça belli etmeden arar. İlmin usulünde tebliğ, şiirinkinde telkin vardır. “Şiir iç şekil, ruh gibi, bütün katı maddelerinin, incele incele, gittikçe latiften latife geçe geçe en esiri latif haline gelmiş, can özü…”
Türk şiir diline ve yapısına geniş açılımlar getiren ve yeni bir bakış açısı kazandıran Garip akımı, şiirin iki ayrı unsuru gibi görülen “biçim”in ve “öz”ün beraber ele alınması gerektiğini göstermiş ve sonraki kuşaklara sağlam bir şiir zemini hazırlamıştır.
Orhan Veli ve arkadaşları, Garip dönemi poetikalarını ortak şiir kitaplarının başına koydukları bir önsözle ilan etmişlerdir. Yaklaşık beş yıl sonra, kendileri de bu ilkelerin büyük bir kısmını artık geride bıraksalar ve şiire ayrı kanallardan devam etseler de, Türk şiirine çok önemli bir kırılma noktalarından birini yaşatmışlardır. 1940 sonrası şiirimiz, bu açılımlardan da yararlanarak gelişimini sürdürmüştür.
Garip önsözü, şiirin artık kalıpları terk ederek biçime geçmesi gerektiğini savunur. Şair, geleneğin önüne koyduğu kalıpları kırmalı, şiirinin biçimini kendisi yaratmalıdır. Orhan Veli’ye göre; gelenek, şiiri nazım dediğimiz bir çerçeve içinde muhafaza etmiştir. Nazmın belli başlı unsurları vezin ve kafiyedir. Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak amacıyla kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Oysaki şiirdeki ahenk, vezin ve kafiyenin dışında da, hatta onlara rağmen de mevcuttur.
O halde, Garipçilerle bir harekete dönüşen yeni şiir anlayışı, şiir ve kendilik sorununa yeni bir açılım getirmiştir. Her şiir, yeni bir biçim demektir. Şiirimizde artık iç yapı, dış yapı gibi anlayışlar ortadan kalkmıştır.
Şiir bir imgeler sanatıdır. Şiirden imge çıkarıldığında, geriye bu sanattan eser de kalmamaktadır. Orhan Veli, eski şiir anlayışını yıktıktan sonra, "Şiirden imgeyi atmakla hata etmişiz; imgesiz şiir olmazmış" diyerek imgenin şiirdeki yerine işaret etmiştir.
Divan şiirimizin seçkin isimlerinden Nedim, Orhan Veli’den yaklaşık iki yüzyıl önce, şiirden ve şairden beklenenin ne olduğunu, imgenin şiirdeki yerine de işaret eden şu dizelerle dile getirmiştir:
Çünkü şairsin hayâl-i tâzedir senden murad
Pes yeni bir dilrübâ-yi mu-miyan lâzım sana

(Mademki şairsin, senden beklenen yeni hayaller ortaya koymaktır; imdi sana kıl gibi ince belli yeni bir sevgili gerek)
Bu dizelerde Nedim, şiir ve kendilik konusunda çok önemli bir tespitte bulunmaktadır. Fuzulî ve Baki ile altın çağını yaşamış divan şiirinin -bir tür Klasisizm sayılabilecek- çok sıkı kurallar içinde büyük şairler çıkarabilmesi gittikçe zorlaşmış ve ilerleyen yüzyıllarda Nef’î, Şeyh Galip ve Nedim gibi şairler, kendilerine yeni söyleyiş imkânları yaratmasını bilmişlerdir.
“Divan şairlerinin en büyüklerinden biri olan Nedim, Lale Devri diye adlandırılan III. Ahmet’in sadrazamı Damat İbrahim Paşa devrinin (1718–1730) zevk ve safa hayatını canlandıran gazel ve şarkılarıyla ün kazandı. Divan şiirinin hayalde ve soyut güzelliklerine, yaşadığı hayatın şuhluk ve içtenliğini, canlı bir İstanbul Türkçesini ekledi; divan şiirimizin yerli bir havaya bürünmesini sağladı.” (Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, 2007: 311)
Nâzım Hikmet, şiirimize serbest ölçüyü Garipçilerden çok daha önce getirmiş, “Açların Gözbebekleri” adlı ilk serbest ölçülü şiirimizi 1922’de yayımlanmıştır. Nazım Hikmet’in 1938’de cezaevine girip şiirleri yasaklanıncaya kadar yayımlanmış 11 şiir kitabı bulunmaktadır. Ancak, Nâzım Hikmet’in o dönem için yasaklı bir ideolojiyi işlemesi ve hapse girmesi, genç şairlerin Nâzım Hikmet’le özdeşleşen serbest ölçülü şiirden uzak durmalarına yol açmıştır. Orhan Veli ise, şiiri ideolojiden soyutlayarak yazdığı için, serbest ölçülü şiirin ülkemizde akıma dönüşmesini sağlamıştır.
Orhan Veli’nin şiirselliği sağlayan ne varsa şiirden kovmak isteyen Garip poetikasına, Rus fütüristleri yanında geleneksel şiirimizden de yararlanarak kendi şiirini kuran Nâzım Hikmet karşı çıkar.
“Evvela, bir metodoloji meselesi olarak şunu kabul etmeli: şekilden öze, muhtevaya değil; muhtevadan, özden şekle. İlkönce muhteva, sonra şekil. Şeklin nasıl olacağını tayin edecek muhtevadır. Tabii bu metodoloji bakımından böyledir, yoksa şekille muhteva bir birliktir. Lakin bu birlikte, karşılıklı tesirleri olmakla beraber eninde sonunda tayin edici unsur muhtevadır… Kafiye ve vezin mutlak olarak kullanılmamalı diye bir kaide, her mutlak kaide, her mücerret iddia gibi insanı yobazlığa, softalığa götürür. Tıpkı bunun gibi, konuşma dilinin ahengini mutlak, mücerret bir esas olarak kabul etmek de bir yobazlıktır; kafiyeyi, vezni mutlak surette, mücerret bir görüşle inkâr ve umumiyetle konuşma dili ahengi diye bir şey kabul etmek ve bundan başka ahenk ihtimallerini red ve inkâr yenilik değil, kafiyeyi, vezni mutlak olarak kabul ve başka türlü ahengi kabul etmeyenlerinki gibi geriliktir.” (Memet Fuat’a Mektuplar, s.52)
“Bu kitaptan sonra (Bedrettin Destanı), şekil meseleleri, hele hapse girdikten sonra, kafamda bir kat daha berraklaştı sanıyorum. Evvela, hiçbir şekil imkânını, tarzını inkâr etmiyorum. (...) şekli öylesine öze uydurmak istiyorum ki, şekil, özü bir kat daha belirtsin, ama kendisi, yani şekil belli olmasın. Güzel bir kadın bacağını bir kat daha güzelleştiren, fakat kendisi belli olmayan ince bir çorap gibi. Bu bugün tercih ettiğim şekildir, ama elbette ki, yarın rengârenk şekilleri de tercih edebilirim.” (Ekber Babayef, "Nâzım Hikmet Kendi Şiirini Anlatıyor", Konuşmalar)
İster divan edebiyatı dairesinde çok sıkı kurallara bağlı olarak, isterse özgür koşuk anlayışı içinde serbest kalınarak kurulsun her şiir özgün bir yapı demektir ve “kendilik” her sanat eseri gibi şiirin de doğasında vardır. Her bir şiir kendi özüne en uygun biçimi bulmuş ve tüketmiş demektir. Şair, şiirin cevherine dokunup onu hissetmeye çalışırken, bu cevherin atomlarını oluşturan “kendilik” sorunsalıyla da baş başa kalır.
(“Kendilik; bir nesnenin varlığını veya tözünü oluşturan şey”, Türkçe Sözlük, TDK).

Başa Dön