Sen Gidince Anladım...

Bisiklet pedalları araba pedallarıyla yer değişir; bisiklet sürerken yüzüne çarpan rüzgâr yok olur. Yağmurda, karda oynanan oyunların yerini sıcak soba başında sohbetler alır, soğuğun içimizi ısıtan tarafı, yağmurun yüreğimizi temizlemesi yok olur. O kadar basit ve o kadar kolay severiz ki ilk zamanlar, sevdalarımızın acıları zamanla önce şüphe, sonra nefreti öğretir şartsız koşulsuz güvenerek sevmek yok olur.

yazı resim

İçime sıkışmış anıların yokluğu dizildi boğazıma. “Yokluk…” tek kelimede anlatılamayan bir yaşam gibi. Yaşanmamış her şeyi, yaşanamayacak olanı, yaşananların ardına takılmış olanı anlatan tek kelime. Bir insan ne vakte kadar bir kelimede anlatabilir hayatını? Bile bile ne kadar teslimiyetçi davranabilir? Değişim gerçeğinden kaçışın bir yoludur belki yokluk ama arkasına ne kadar sığınılabilir ki?

Söylemenin kolay olduğu kadar kolay olmadı hiçbir zaman. Bir bilinmeyeni bulmak kolaydır matematik denklemlerinde fakat hayatın denkleştirmelerinde bir bilinmeyeni bulabilmek o kadar zor, o kadar acılı, sancılı olur ki bilinmeyenleri görmezden gelmeye başlar insanlar. Bisiklet pedalları araba pedallarıyla yer değişir; bisiklet sürerken yüzüne çarpan rüzgâr yok olur. Yağmurda, karda oynanan oyunların yerini sıcak soba başında sohbetler alır, soğuğun içimizi ısıtan tarafı, yağmurun yüreğimizi temizlemesi yok olur. O kadar basit ve o kadar kolay severiz ki ilk zamanlar, sevdalarımızın acıları zamanla önce şüphe, sonra nefreti öğretir şartsız koşulsuz güvenerek sevmek yok olur. Derken, var olduğumuz yerleri terk ederiz, uzak yerler uzun yolculuklar çeker yüreğimizin dizgin bilmez yalnızlığı; bilinen, alıştığımız ve bize alışan, azalmadan sürekli artan tanınmışlığı kaybederiz. Aslında sıralayamayacak o kadar çok kayıplarımız vardır ki her kazancın ardına takılarak çoğalır yokluklarımız. Ama ne vakit ölümle karşılaşırsak işte o vakit anlarız ne yokluklarımız varmış ve ne varlıklarımız yok olmuş. Kayıplarımızın kazançlarımızla aynı terazide, farklı kefelere dizilip, dengenin olduğuna inanma isteğinin zirve noktası, işte tam olarak o andır. Bir saniyeden kısa gibi gelir bin senede gitmez hezimetinin haykırışları. Uçsuz bucaksız bir vadide bir kuşun yalnız çığlığı gibi büyür, yankılanır. Ama duymaz kimse, duyulmaz insanın iç ağlamaları. Gözyaşlarının içerde oluşturduğu deniz bilinmez. Ölüm çalıp gitmiştir hayatımızın yarısını biz kalan yarısının tam olduğunu sanarak hareket ederiz. Sonra yeni bir ölüm gelir ve elimizdeki yarım tamımızın da yarısını kaybederiz.

Aslında hayat doğduğumuz gün kaybetmeye başladığımız emanet bir süreçtir. “Ne zaman istedik bu emaneti, kim verdi? ” diye isyan etsek de yaşayan bizler en sağdık emanetçiler oluruz ve ihanet etmeye ne kadar yer ararsak arayalım hiçbir yolunu bulmayız. Bulanlar yok değil elbette fakat ardında bıraktığı sorumluluklar küfesini sevdiklerinin sırtına bölüşülmeden yüklüyor hayat. Her sevdiğine, kendisinin aynısından bir küfe. Sonuç ölen gitmiyor hayatlarımızın yarısını alıp sırtımıza kendi küfesini yerleştirip üstümüzde kalıyor.

Deniz Erdal Kaya
02/08/10-İstanbul

Başa Dön