Satır aralarında kaybolan ya da duyulması imkânsız imla hataları yapardık ve unutulurdu virgülün noktayla arasındaki cümlecikler… Ve neyi alıp okusam hissederdim aslında şairin neyi yazmak istediğini – sonra anlardım kaybolmakla – zorunlu kaybetmek arasındakileri…
“biz hep seni severdik ve varlık olarak olmayışındaki resmini… Ve saklardık yastık - yatak altlarında, kaybolmasın yırtılmasın diye, daha çok hayallerimizde beslediğimiz güzelliğini…”
— Sonra unuturduk… Sen bile bilemezdin
“Bilemezdin bir ezan tadında ayrılık nedir, duyamazdın-hissetsen kaç yazar? Gerçek bile değilken sen, sevsen kimin umrunda? Kaybolması içten bile olmayan benliğimizde, sadece seni taşıyorduk ama sen, kimsin ki?
Yok oluyoruz birer birer… Duyulası sesimiz değil, hissedilesi aşkımızsa palavra!
Biz sadece seni seviyoruz gerisi-kocaman bir yalan… Oysa kendi yalan olan bir yalana âşık olmaksa, hepsinden saçma… Veremem sana acımı-hissetmeni beklemekse aptallık olur. Belki unutmalı ya da silmeliyim bir kalemle ama söyle bana: seni yüreğimden silecek o kalem nerde?
Şimdi bilirsin belki bir ezan tadında ayrılık nedir diye, uzanırsın; sırtını artık dayayacağın son taş olacak olan musalla taşının soğukluğuna ve kimse demeyecek, “orası soğuktur üşütürsün yaslanma diye” sana… Ve son yolculuğunda, kimse artık bahsetmeyecek ne kadar güzel olursan ol, ne senden ne sesinden… Belki çok az kişi gözyaşı dökecek arkandan ama oda bitecek ve geçecek… Ve bir şiir tadında okunurken mısralarım, unutulmuş olmanın güzelliğinde seni anacağım sevgilim… Belki bir gün gerçekten seni sevdiğime inanırsın diye, gözlerimi sonsuzluğa, sımsıkı kapayacağım yanında…”
-
Şairin bittiği yerde başlıyor ayrılık, Ağlıyorum henüz doğmamış ezanıma
Doğmamış günüme, öyle ki lanet okur-beddua edercesine seviyorum
şiddeti mühim değil, beni kelimeler gibi dökemezsin kâğıtlara…
Damga yemiş ya da yarısı olmayan bir insan tadında yoktum,
daha çok kendine sitem eden karamsar tadında, ayrılığa yastık atmış
yorgan örten çiftler tadında… Seni seviyorum bir ömür boyu yıpranışlarımda…
Harab oluşlarımda ve senin olmayışlarında…
Şairin günahı kendinedir güzelim, yazdıkları değil-
Şimdi bitmiş bir kibrit kutusundan ya da
Hiçbir zaman yeniden filizlenmeyecek bir ağaç tohumundan
neden umut bekleyesin ki?
Saçlarına ak, gözlerine nem düştüğünde- sırtında kamburun elinde sopaya bile benzemeyen bir değnek olduğunda ve bir zamanlar peşinde kaç kişinin seninle yatmak için koştuğu değil, seni gerçekten seviyor olduğu için koştuğunu düşün… Sana acılarımı verebilirim, mutluluğu kelimeler gibi dökemem sayfalara…
Tenine değen ellerde sen temiz kokmalıydın, Benim bittiğim yerde başlıyor acılarım
Şimdi bile sevsem seni koşarak gelmezsin, Oysa tek duam, tek dileğim, tek aşkım hep sen olarak kalacaksın… Kırılası ellerim her kimi saçına değdiyse, her kimi kokladıysam ve her öpüşmemde bir seni aradım… Ama yanası ruhum – hiçbir acıyı bu ihanet kadar zor sindiremezdi sensiz… Seni sevmenin günahını çektim, bana sevaplarını verme, eğer o sevaplar senin cennete girmeni sağlayacaksa, bitmiş bir aşkın külleridir bende. Ve acıdan başka şeye sebep olmayacaktır, o yüzden sende kalsın…
Sana son sözüm sevgilim, acılarımı da al-git, henüz doğmamışken yalnızlığım…
Satır Aralarındaki Yokluk
"İzin vermeli kuru bir ayrılığa, ölüm alıp gitmeden bırakmasını hissetmeli... Sevmeli daha çok sevenden ve ne varsa bize dair yaşlanmadan yaşanmalı..." Seni sevmenin günahını çekebilirim, mutluluğu yaşayamadım ellerinde-beni şiirler gibi dökemezsin kağıtlara, açılırsam yaprak yaprak dökülmem yalnızlığa-ölürüm...