Bulunduğum otel odasından caddeden geçenleri izliyorum. On beşinci kattaki odamın penceresinden insanları karıncalar gibi peşisıra geçiyorlarken görüyorum Geçen insanlar bana geride bıraktığım şehrimi, şehrimin insanlarını, ailemi, dostlarımı, sevdiklerimi ve sevipte dost olamadıklarımı hatırlatıyorlar. Herşeyden halas olduğumu düşündüğüm bir anda geçmişime dair düşünceler arılar gibi beymimde vızıldıyorlar. Manila da benim ne işim var diye soruyorum kendime. Roma'da, Lima'da, Mardin'de, Şam'da, Tebriz'de olduğu gibi... Gökyüzünden yeryüzüne inen ışık hüzmelerine daha fazla karşı koymuyorum, davetlerine icabet ediyorum ve birlikte ağlıyoruz. Naçar bir haldeyim, kanadım olsada gökyüzüne doğru havalansam. Kurtulduğumu sandığım zincirlerimi bu otel odasında öylece bırakıp havalansam, uçsam uçsam da hatırlamanın olmadığı geçmişin olmadığı bir diyara konsam. Kollarımı uzun süredir uçamayan bir kuş gibi iki yana açıyorum, gözlerimi kapatıp kanatlanıyorum. Kuşlardan daha özgür uçuyorum, yağmura inat onun aksine yükseldikçe yükseliyorum. Yükseldikçe hafifliyorum. Kafesimin dışından bulunduğum kafese bakakalıyorum öylece. Kanatlarımın altından yıllarım akıp geçiyor. Geçen yıllara daha fazla bakmak gelmiyor içimden, kanatlarımı iyice açıp süzülüyor ve uçmanın keyfine varıyorum. Kanatlarımın altından geçen yıllarımdan bir ses yükseliyor, sese inat aşağı bakmıyorum, bakamıyorum. Aşağıdan yükselen ses ısrarla beni çağırıyor ve bana “gel” diyor. Duymamazlıktan geliyorum ve kanat çırpmaya devam ediyorum. Sonra biran dönüp bakıyorum ona ve ses tekrar yükseliyor. Bana son bir şey söyle diyor, “sana dair kelimelerim tükendi” diyorum ona. Ses bana gülümsüyor ve “ozaman sezsizliğin anlattıklarını dinle” diyor. Onu kıramıyor, sessizliğe kulak veriyorum, sonra yanımdan geçen bir martı kulağıma eğiliyor aşağıdan gelen sesi dinlemem gerektiğini bana haber veriyor. “Neden diyorum?” Çok fazla soru sorma, düşünce arılarından kurtul diyor. Martıya mütebessim bir ifadeyle bakıyorum, “güven bana” diyor ve ben martıya güveniyorum. Sonra aşağıya sesin sahibine bakıyorum, gamzelerinden gökyüzüne yükselen sevinç dalgaları içime işliyor. “Kelebek gibi uzun ömrümüz, unutma!” diyor. Sonra aşağıdaki ses bir kelebeğe dönüşüyor ve göz kırparak yanımdan geçiyor.
Gözlerimi açıp bulunduğum düş aleminden sıyrılıyorum. Caddeden geçen insanların herbiri bir yana koşturuyor, herbirinin acelesi var. Onların saatlerindeki yelkovan ile akrebin aksine benimkiler oldukca tembeller, sanki hiç hareket etmiyorlar. Sonra bu koşuşturmanın ortasında elinde çiçekle duran huzursuz bir ruha gözüm ilişiyor. Meraklanıyorum, zaman geçtikçe daha da huzursuzlanıyor, yerinde duramıyor. Etraftaki insanların dikkatinden de kaçmıyor huzursuz ruhun hali ve yanından geçerken kafalarını çevirip ona bakıyorlar. Onun huzursuzluğu bana da bulaşıyor, sabırsızlanıyorum ve onu daha yakından görebilmek için odadan dışarı fırlayıp kendimi aşağıya atıyorum. Elinde çiçek olan ademoğlunu arıyor gözlerim, onun bulunduğu tarafa doğru yöneliyorum. Huzursuz ruhu huzura kavuşuturacak olan meleğinde benimle birlikte ona yöneldiğini farketmem uzun sürmüyor. Melek ona yaklaşınca huzursuz ruhla göz göze geliyoruz ve onun çekik, küçük kara gözlerindeki ışıltıyı tanıyorum. Huzursuz ademoğlu adına seviniyorum. Sonra başımı gökyüzüne kaldırıp yüzlerce martı arasından ona güvenmemi isteyen martıyı arıyorum. Onu bulamıyorum ve o martının yokluğunun benim onu bulma umudum olduğunu, onun gökyüzünde bir yerde varolduğunu düşünüyorum. Sonra kendi kendime “hayata, umuda, sevgiye ve aşka dair kelimelerim tükenmeyecek...” diye mırıldanıyorum. Huzur bulan ademoğlu bana dönüyor, aynı dili konuşmasakta ne dediğimi anlayarak kibarca gülümsüyor, selam veriyor. Meleğin ellerinden tutup yanıma getiriyor, yabancı olduğum anlaşıldığından nerden geldiğim soruluyor. Aşkla, “İstanbul” diyorum evrene duyurmak istercesine. Ertesi gün beni yemeğe davet ediyorlar, dostluklarını sunarak vedalaşıyor, narin adımlarla yanımdan uzaklaşıyorlar. Onlar uzaklaşınca bende ilerde duran telefon kulübesine doğru ileriliyorum. Ellerim titreyerek İstanbul'daki dostun numarasını çeviriyorum. Karşımdaki kadifemsi ses efendim diyor. Kekeliyorum, konuşamıyorum. Kim olduğumu anlıyor, “nasılsın” diye soruyor şevkatle ve ben “aşk-u niyaz ederim” deyip ahizeyi elimden bırakıyorum muhabbetle, yavaş adımlarla telefon kulubesinden uzaklaşıyorum. Minnetle dolarak kollarımı kainata açıp onu sevgiyle sımsıkı kucaklıyorum.
Martı
Bulunduğum otel odasından caddeden geçenleri izliyorum. On beşinci kattaki odamın penceresinden insanları karıncalar gibi peşisıra geçiyorlarken görüyorum. Geçen insanlar bana geride bıraktığım şehrimi, şehrimin insanlarını, ailemi, dostlarımı, sevdiklerimi ve sevipte dost olamadıklarımı hatırlatıyorlar. Herşeyden halas olduğumu düşündüğüm bir anda geçmişime dair düşünceler arılar gibi beymimde vızıldıyorlar. Manila da benim ne işim var diye soruyorum kendime. Roma'da, Lima'da, Mardin'de, Şam'da, Tebriz'de olduğu gibi...